Kitaplar | Yazarlar | İlmihal | Sohbetler | Hutbeler

GİRİŞ

GİRİŞ


Bu Ansiklopedimizde, İslâmiyetin başlangıcından yakın zamâna gelinceye kadar, muhtelif asırlarda ve değişik coğrafî bölgelerde, bilhassa bugünkü Anadolu topraklarında yaşayan ilim, irfân, ahlâk ve fazîlet sâhibi âlim ve velîlerden bir demet sunacağız.

On beş asırdır müslümanlara rehberlik etmiş, onlara doğruları öğretmiş, kendileri de eksiksiz İslâmî bir hayat yaşamış bulunan Evliyâ-yı kirâmın hepsini, bu hacmi sınırlı ansiklopedimizde zikretmek, hayâtlarından uzun uzun bahsetmek elbetteki mümkün değildir. Fakat "zikr-i cüz, irâde-i kül yâni parçayı zikredip bütünü kasdetme" kâidesine göre, onlardan bir kısmını ele almak istiyoruz. Zâten yayınlarımız arasında 18 cilt hâlinde daha önce neşredilen İslâm Âlimleri Ansiklopedisi'nde bazı velîlerin hayat hikâyeleri uzun olarak; bâzıları da 10 ciltlik İslâm Târihi Ansiklopedisi ile 6 ciltlik Osmanlı Târihi Ansiklopedisi'nde yeri geldikçe, kısa kısa anlatılmıştı.

Burada hâl tercümelerinden yâni biyografilerinden kısaca bahsedeceğimiz büyük velîler, kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ sevilen ve sayılan, hayatları örnek alınan zevâtın sâdece cüz'î bir kısmını teşkil edecektir.

İyi insanların hayatları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır. Mâzisini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar, büyüklüklere tâlip olamazlar. İnsanların çeşitli buhrânlara, bunalımlara, rûhî sıkıntılara maruz kaldıkları asrımızda, büyük insanların yaşayış tarzları, tavsiye ve nasîhatları, hâl ve hareketleri, kerâmetleri, hem zevk ve ibret almaya, hem de intibâha, uyanmaya sebeb olacaktır.

Haklarında, ciltler çapında eserler meydana getirilebilecek kıymetli velîlerden herbirine dâir sâdece birkaç sayfa denilebilecek kısa bilgiler verebileceğiz. Fakat her şahsın hayatının sonunda, onlardan bahseden kaynaklar zikredileceği için, geniş bilgi almak isteyenler oralara mürâcaat edebileceklerdir.

Bu ansiklopedimizde, kimi şahıslar hakkında, âbid, ârif, âşık, zâhid, mürîd, sofî, müttekî mücâhid, ümmî, derviş, basîret sâhibi, erbâb-ı dil (erbâb-ı kulûb), ehlullah, evliyâ (velî), ebdâl (büdelâ), evtâd, aktâb (kutub), gavs, havass, nücebâ, murâd, muhlis, muhlas, mukarreb, müceddid, mürşid, mükemmil, mutasavvıf, ricâl-i gayb, üveysî, pîr, üstâd, şeyh gibi bâzı dînî tâbirler kullanılacaktır. Bunlar hakkında bu girişte muhtasar, kısa kısa bilgiler vereceğiz. Bunlardan sonra, yine ansiklopedide geçecek olan muhtelif olağanüstü hâllere verilen isimler ve mânâlarını takdîm edeceğiz. Yine ansiklopedimizde takvâ, verâ, zühd, ihlâs, mârifet, ilim, yakîn, maiyyet, seyr, kurb, cezbe, vecd, mevâcîd, havâtır, ahvâl, tasarruf, teveccüh, himmet, cem'iyyet, huzûr, hilâfet, mahbûbiyyet, ferdiyyet ve benzeri tasavvufî ıstılâhlara yer verildiğini müşâhede edeceğiz. Ayrıca zikir, vird, âdâb gibi dînî terimler de geçecektir. Bu ve benzeri ıstılâhlar hakkında da elverdiği ölçüde bilgiler sunmayı faydalı görüyoruz.

Ansiklopedimizde, bunlarla berâber evliyânın çeşitli vasıfları, muhtelif dereceleri, sayıları ve aldıkları değişik isimler de zaman zaman geçecektir. Bunlar hakkında da kısa bâzı bilgiler sunulacaktır. Bir de tasavvuf ilmi ve evliyâyı sevme hakkında birkaç kelime yazmak faydalı olacaktır.

Miftâh-un-Necât'ta zikredilen bir hadîs-i şerifte; "Allahü teâlânın harâm kıldığı (yasak ettiği) şeylerden sakın ki, insanların en âbidi olasın." buyrulmuştur.

Her insan, kulluk vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Onun için herkes, Allahü teâlâyı yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bir kimsenin, Allahü teâlâya kul olması için, O'ndan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. Bunun için büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonunun, en yükseğinin abdiyyet (kulluk) makâmı olduğunu ifâde etmiştir.

Allahü teâlâdan başkasının sevgisini kalbinden çıkaran, O'nu gönülle bilen ve O'nun rızâsını kazanmış, ermiş, velî kimselere ârif-i billâh veya yalnız ârif denir. Künûz-ul-Hakâik'da kaydedilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: "Her şeyin kaynağı vardır. Takvânın (haramlardan sakınmanın) kaynağı âriflerin kalpleridir." Süleymân bin Cezâ, ârif kimsenin alâmetini şöyle belirtiyor: "Susması; tefekkürü, Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünmesi, gördüklerinden ibret, ders alması ve Allahü teâlânın râzı olup beğendiği şeyleri istemesidir." Bâyezîd-i Bistamî ise; "İrfân sâhibi, ârif odur ki: Seninle yediğini, içtiğini, seninle eğlendiğini, alış-veriş ettiğini görürsün; ne var ki, onun kalbi yüce Allah'a bağlıdır. O'ndan başka hiç bir derdi yoktur." Yine o; "Ârif boş yere konuşmaz, devamlı Allahü teâlâyı düşünür." demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî de; "Resûlullah efendimizin sünnetini terk edeni ve O'ndan gelen edebleri gözetmekte gevşeklik göstereni ârif zannetme!" îkazını yapmaktadır.

Allahü teâlâyı tam bir muhabbetle sevmek, O'ndan başka her şeyden yüz çevirmek aşk adını alır. İmâm-ı Rabbânî; "Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk ve muhabbet adını takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalpte olur ve kıymetlidir. Gerçek aşk, Allahü teâlâyı ve O'nun sevdiklerini sevmektir." buyurmuştur.

İbrâhim Hakkı Erzurumî de; "Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir. Aşk, insanın kalbinde bir ateş olup, kalpte Allah sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan uzaktır." demiştir.

Dünyâya düşkün olmayan, şüpheli olur korkusu ile mübâh olanların (yâni izin verilenlerin, helâl olanların da) çoğundan sakınan kimse mânâsına gelen zâhid, İmâm-ı Rabbânî'nin ifâdesine göre, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır. Berîka'da geçen bir hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâ, bir kulunu severse, onu dünyâda zâhid, âhirette râgıb (rağbet eden, isteyen) yapar. Ayıplarını ona bildirir." buyrulmuştur.

Eşyânın hakîkatini, iç yüzünü gören, anlayan kalp gözüne basîret dendiği gibi, kalp gözü ile görme, anlama ve firâset de basîret diye isimlendirilir. İmâm-ı Kuşeyrî; "Allahü teâlâ, müminlere bir takım basîretler ve nûrlar lutfeylemiştir (vermiştir). Onlar bu sâyede firâsette bulunurlar. Resûlullah efendimizin; "Mümin, Allah'ın nûru ile nazar eder." hadîs-i şerîfi bu mânâda anlaşılmalıdır" demiştir. Deylemî'nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte; "Gözü âmâ (görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ, basîreti kör olan kişidir." buyrulmuştur.

Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği kullarına, evliyâya, erbâb-ı kulûb, erbâb-ı dil, ibnü'l-vakt de denmektedir.

Allahü teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve zikrini gönlünden hiç çıkarmayan, gafletten uzak, Allah adamı kimselere, velîlere ehlullah adı da verilmektedir.

Bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslâm dîninin bildirdiği gibi olan, Allahü teâlânın ve Resûlünün çok sevdiği kimselere velî ve bunun çoğulu olarak evliyâ denir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı için azâb korkusu yoktur. Nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü de yoktur." (Yûnus sûresi: 62) buyrulmuştur. Büyük muhaddis Ebû Nuaym el-İsfehânî'nin Hilyet-ül-Evliyâ kitabında zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Evliyâ görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır." buyrulmuştur. Sahîh-i Buhârî'de geçen bir hadîs-i kudsîde ise; "Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur..." buyrulmaktadır.

Yahyâ bin Muâz; "Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden kurtulur, her an Allahü teâlâ ile berâber olur." demiş, İmâm-ı Rabbânî de; "Mahşerde, önce Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), sonra evliyâ-yı kirâmın (kuddise sirruhum), Allahü teâlânın izni ile günâhı çok müminlere şefâat edeceklerini ifâde etmiştir. Yine İmâm-ı Rabbânî, Allahü teâlânın evliyâsının, büyük günâh işlemekten mahfûz (korunmuş) olduklarını da belirtmiştir.

Evliyâ-yı kirâmın, insanları irşâdla vazîfeli olanları bulunduğu gibi, başka vazîfelerle görevli olanları da vardır. Meselâ Allahü teâlâya yakın sevgili (evliyâ) kullardan bir kısmını teşkil eden ebdâl, insanlara yardımda ve hizmette bulunan, halkın açıkça bilmediği ve dünyânın nizâmı (düzeni) ile vazîfeli olup bunlardan biri vefât edince, yerine başka bir velî bedel kılındığından yâni görevlendirildiğinden ve çok olduklarından, bedelin çoğulu ebdâl veya büdelâ kelimesi ile tanınmışlardır. İrşâd ehli yâni insanlara doğru yolu gösteren velîlerden olmayıp, gözlerden saklı olan bu kimselerin sayısının yedi, kırk veya yetmiş olduğunu Seyyid Şerîf Cürcânî ifâde etmiştir. Hilyet-ül-Evliyâ'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte bunlar hakkında şöyle buyrulmaktadır: "Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalpleri, İbrâhim'in (aleyhisselâm) kalbi gibidir. Allahü teâlâ, onlar sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara ebdâl denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile yetişmediler." Abdullah ibni Mes'ûd; "Yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye ulaştılar?" diye sorunca; "Cömertlikle ve müslümanlara nasîhat etmekle yetiştiler." buyurdu.

Bir de evtâd denilen, evliyâ-yı kirâmdan (Allahü teâlânın sevdiği kıymetli kullarından) ve ricâl-ül-gaybdan (açıkça bilinmeyen velîlerden) mübârek dört zât vardır ki, büyük âlim ve velî Mollâ Câmî'nin ifâde ettiğine göre bunlar, dünyânın dört tarafında bulunurlar. Her biri bulunduğu yerde dünyevî bakımdan huzûr ve râhatlığı sağlamakla vazîfelidir. Evtâddan dünyânın doğu tarafında bulunan zâtın ismi Abdülhayy, batıdakinin ismi Abdülalîm, kuzeydeki zâtın ismi Abdülmürîd, güneydekinin ismi ise Abdülkâdir'dir (r.aleyhim).

Evliyâlıkta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli âlimlerden bir kısmına da kutub ve bunun çoğulu olarak aktâb adı verilir. İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmalarına vâsıta kılınan bu ulu kişilerden, dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl veya Kutb-i medâr (medâr kutbu), din ve irşâd işi ile vazîfeli bulunana Kutb-ül-irşâd (İrşâd kutbu) denilir.

Kutb-ül-aktâb, âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan, ricâl-i gaybdan yâni herkesin tanımadığı Allah adamı olup emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî'nin bildirdiğine göre, Kutb-ul-ebdâl veya kutb-i medâr da denilen bu zât her zaman bulunur. Resûlullah efendimiz zamânında da vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lazımdır. Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları, kendilerini bile bilmezler. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için, feyz gelmesine vâsıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olmaları, bedenlerin âfiyette olması, kutb-i ebdâl da denen kutb-i medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe etmek ise kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâlin (kutb-i medârın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü, âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu zamanlar olur. Peygamber efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. Bu zamanda ebdâl kutbu ise hazret-i Ömer ile Üveys el-Karânî idiler.

Âriflerin en meşhûru, yüksek ilimler ve mârifetler sâhibi, âriflerin başı olan zâta kutb-ül-ârifîn denir.

Kutb-i irşâda gelince: Âlemin irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan velî zât, mürşîd demek olan kutb-i irşâd, İmâm-ı Rabbânî'nin de buyurduğu gibi, âlemin irşâdı ve hidâyeti için, feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrûm kalır, Resûlullah efendimiz zamânının kutb-i irşâdı idi. Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer, yâhut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tâne bulunursa, yine büyük nîmettir. Her şey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.

Yine büyük velî İmâm-ı Rabbânî, bu konuda şunları söylemektedir: "Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd, çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz.O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allahü teâlâyı zikrederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu kimseye kırılmışsa, Allahü teâlâyı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de, yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve Allahü teâlâyı zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar."

Arapçada imdâd etmek, yardım etmek ve kurtuluş mânâlarına gelen bir kelime olan gavs kelimesi, tasavvufta yüksek husûsî bir mertebede bulunan velî, insanlara yardıma yetişen büyük zât hakkında kullanılır. Molla Câmî'nin belirttiğine göre gavs denilen büyük velî zâta, Allahü teâlânın izni ile insanların imdâdına yetişmesi sebebiyle bu lakab verilmiştir. Gavs, Muhyiddîn ibni Arabî'ye göre medâr kutbudur. İmâm-ı Rabbânî'ye göre ise, medâr kutbundan ayrı ve yüksek olup, ona yardım edicidir. Bu sebeple, medâr kutbu, birçok işlerinde ondan yardım bekler. Ebdâl makâmlarına getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır.

Gavs-ı a'zam en büyük gavs (yardımcı) demek olup, tasavvufta bu dereceye ulaşan Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabıdır. O, insanlara ve cinnîlere yardım eden, imdâdlarına yetişen büyük bir velî olduğundan gavs-üs-sakaleyn diye de anılır.

Avâm kelimesinin zıddı olan ve hâslar, seçkinler, büyükler demek olan havâss, ilim ve tasavvufta, avâm ve mukallid hâlinden kurtulup, ictihâd ve velâyet mertebesine yükselen seçkin zâtlardır. İmâm-ı Gazâlî'nin buyurduğu gibi, sultanlar, milletin mal, can ve ırzlarını zâlim ve haydutlardan korudukları gibi, havâss da avâmın (dînî ilimlerden haberi olmayan câhillerin) îtikâdını (inancını) bid'atçilerin (sapıkların) şerlerinden, kötülüklerinden korurlar. Ebû Osman Mağribî'nin belirttiği gibi, bunlar iyi amelleri (güzel işleri) kendinden değil, Rabbinden bilirler.

Allahü teâlânın velî kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bâzı mübârek kimseler daha vardır ki, Şeyhülislâm Molla Câmî'nin belirttiğine göre, insanların imdâdlarına yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olan ve onların belâlardan korunmasına sebeb olan bu insanlara nücebâ denilmektedir.

Tasavvuf yolunda bulunanları, Şihâbüddîn-i Sühreverdî iki kısma ayırıyor: Ya mürîd olurlar, ya murâd olurlar. Mürîdler Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler (nefsin isteklerinden kaçınıp istemediklerini yapmaya çalışırlar). Murâdlar ise, nazlı nazlı okşanarak götürülür ve sıkıntı çekmeden, yakınlık derecelerine ulaştırılır. Tasavvuf yolunda bulunanlardan, sıkıntı ve eziyet çekmeden Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makamlara kavuşan ictibâ yolunun sâlikleri (çekilen talebeler) murâdlar diye isimlendirilir. İmâm-ı Rabbânî, murâd olunanların başının ve sevilenlerin önderinin Muhammed aleyhisselâm olduğunu ifâde buyurmuştur.

Uğraşmadan, zorlamadan, külfetsiz ele geçen ihlâs devamlı olup, hakkal-yakîn mertebesinde ele geçer. Devamlı ihlâs sâhibi, her şeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapan muhlastır. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzûsu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Muhlaslar ile, ihlâsı çalışarak elde eden muhlisler arasında fark çoktur. İlim ve amele dâir öğrenmekle, anlamakla hâsıl olan kelâm ilminin bilgileri, tasavvuf yolunda ilerleyenlerde keşf yolu ile hâsıl olur, ele geçer. Ameller, ibâdetler kolayca, seve seve yapılıp, nefis ve şeytandan hasıl olan tembellik ve gevşeklik kalmaz. Günâhlar, harâm olan şeyler çirkin, iğrenç görünür. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "İblis, senin mutlak kudretine and olsun ki, onlardan (Allahü teâlânın kullarından) muhlas olanlar hâriç hepsini azdıracağım, dedi." (Sâd sûresi: 82-83).

Yine Allahü teâlâya yakın kullar, yakınlaştırılmışlar mânâsına gelen mukarrebler vardır ki, hadîs-i şerîfte; "Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler yanında günâh olur." buyrularak onların dereceleri belirtiliyor. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Îmânları ileride olanlar, Allahü teâlâyâ yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir." (Vâkıa sûresi: 10) buyurmaktadır. İmâm-ı Gazâlî onları şöyle târif etmektedir: "Mukarrebler, Allahü teâlâ için olmayan her şeyden, yemekten, içmekten, yatmaktan, konuşmaktan sakınırlar. Bunlar, din için niyet etmedikçe hareket etmezler. Yemeleri, ibâdete lâzım olan aklı ve kuvveti bulmak niyeti iledir. Her şeyleri Allah içindir."

İmâm-ı Rabbânî de, bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Mukarrebler asla yakın olanlardır. Rahat ve rahmet bunlar içindir. Kıyamet gününün korkusundan emîn olanlar bunlardır. Kıyâmetin dehşetinden, başkaları gibi ürkmezler."

Bir de müceddidler vardır ki, İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dinine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlimlerdir. Sünen-i Ebî Dâvûd'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Her yüz senede bir müceddid zâhir olur (ortaya çıkar). Ümmetimin işlerini yeniler." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî'nin beyânına göre; "Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd seçilir. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülülazm peygamber (veya resûl) gönderildiği ve onun işi bir nebîye (her yüz senede bir gönderilen peygambere) bırakılmadığı gibi, bu ümmette de, tam bilgili bir âlim seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülülazm peygamberlerin işini yapar."

Mîr Hüsâmeddîn demiştir ki: "Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Bir minber (câmilerde hutbe okunan yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek) şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allahü teâlâ onu, ümmetim arasında müceddîd kıldı."

Müceddîd-i elf-i sânî, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretleri için kullanılan bir tâbirdir. Muhammed Hâşim-i Keşmî'nin ifâde ettiğine göre, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyâlkûtî'dir.

Abdullah-ı Dehlevî demiştir ki: "Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde) Mârûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli şeyler) bilgilerinde İmâm Muhammed Gazâlî, feyz vermekte ve kerâmetler göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat, hakîkat ve akâid (yâni inançla ilgili bilgilerin) inceliklerini açıklamakta ve kalplere akıtmakta İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî, müceddîd idiler. Hepsi de, İslâmiyet'in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etmişlerdir.

Şah-ı Dehlevî, İmâm-ı Rabbânî'yi şöyle tanıtmaktadır: "İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velîydi. Müctehid yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran bir âlimdi. İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcıydı. Resûlullah efendimizin güzel ahlâkını açıklayan bir deryâdır. İmâm-ı Rabbânî'yi sevenler, mümin ve müttekî olanlar yâni haramlardan kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar, yâni içi dışı başka, iki yüzlü olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu. İnsanda bulunacak her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır."

İnsanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran büyük âlim ve velîye mürşîd denilir. Yetişmiş ve yetiştirebilen rehbere mürşîd-i kâmil adı verilir. Bunlar, insanlara doğru yolu gösteren ve İslâmiyeti bid'atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp da dîne sonradan ibâdet olarak katılan şeylerden) temizleyen derin İslâm âlimlerindendirler. Onun için Muhyiddîn ibni Arabî; "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır." demiştir. Mazhâr-ı Cân-ı Cânân bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle kavuştuğunu belirtmiş, saâdetlerin anahtarının, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî de; "Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır." demiştir.

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: "Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşidi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun."

Yine İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Resûlullah efendimizin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli olmayan evliyâdır. Mürşid-i kâmilin bakışları, kalp hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ verir, onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler, süpürür.

Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, mürşid-i kâmillerden bahsederken; "Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezhep imâmlarıdır. Bunlar, İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbeldir (r.aleyhim). Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridirler." demiştir.

Seyyid Abdullah-ı Dehlevî ise, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacağını ifâde etmiştir.

Mutasavvıf tâbiri, umûmî bir isimdir. Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hesene sâhibine mutasavvıf denilir. Çoğulu mutasavvıfûn ve mutasavvifedir. Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî'nin belirttiğine göre, İslâm âlimlerinin iki kısmından biri din imâmlarıdır. Bunlar, müfessirîn-i izâm (tefsîr âlimleri), muhaddisîn-i kirâm (hadîs âlimleri) ve mütekellimîn (kelâm âlimleri), mutasavvıfûn ve fukahâ-i kirâmdır (fıkıh âlimleri). Bunların her sözü, her beyânı, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. Her sözleri doğru ve senettir.

Abdülhak-ı Dehlevî demiştir ki: "Mutasavvıfların hepsi Ehl-i sünnetti. Bid'at sâhiplerinden (Peygamberimiz ve dört halîfe devrinde olmayıp dinde sonradan meydana çıkarılan işlere ve uydurulan sözlere inananlardan) hiçbiri Allahü teâlânın mârifetine (O'nu tanımaya) yaklaşamamıştır. Vilâyet (evliyâlık) nûrları bunların kalplerine girmemiştir.

Büyük âlim ve velî Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de şöyle buyurmuştur: "Mürşid (rehber, doğru yolu gösterici) ve mutasavvıf, Rabbi için her yönden ve her şeyden ayrılıp Allahü teâlâdan başkasına tapınmayı, ibâdet etmeyi ve uymayı terk ederek, gayriye yönelmekten ve meşgûl olmaktan kalplerini kurtararak, ihlâsla Hakk'a ibâdet eder ve şeytana uymaz."

Her devirde bulunan, fakat herkesçe tanınıp bilinmeyen ve görülmeyen, Allahü teâlânın emirlerine tam olarak uyan mübârek, büyük zâtlar, ricâl-i gayb adıyla isimlendirilmektedir. İmâm-ı Rabbânî, Nûr Muhammed Püntî'nin ricâl-i gaybden olduğunu söylemektedir.

Mürşidi (hocası) bulunmakla berâber, ayrıca vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden faydalanan, yardım ve terbiye gören zâta üveysî, bu yolla kemâle ermeye, olgunlaşmaya da üveysîlik denir.

Abdülhak-ı Dehlevî, Peygamberler ve evliyânın vefâtlarından sonra, onlardan yardım istemeye, âlimlerin câiz, olabilir dediklerini, tasavvuf büyüklerinin, bunun doğru olduğunu bildirdiklerini ifâde etmiş, büyüklerden birçoğunun üveysîlik yoluyla yükseldiklerini söylemiştir. İmâm-ı Rabbânî de, Behâeddîn-i Buhârî'nin üstâdı (hocası)nın Seyyid Emîr Külâl hazretleri olduğunu, fakat ayrıca Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî'nin rûhâniyetinden istifâde ettiği için aynı zamanda üveysî olduğunu zikretmiştir.

Bir de tasavvuf kitaplarında çok kullanılan şeyh kelimesi vardır ki, din ve fen ilimlerinde mütehassıs olan, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber, Hak teâlânın yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid, üstâd, pîr mânâlarında kullanılmaktadır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, şeyhlerin âlim olmaları ve meseleleri herkesin anlayabileceği şekilde çözmeleri lâzım geldiğini belirtmiş, son zamanlarda tekkelerin, câhillerin ellerine düştüğünü, dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildiğini ifâde etmiştir. Ayrıca, bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmanın, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmanın çok yanlış olduğunu, böyle bir durumun dîni bilmemek, anlamamak olduğunu söylemiştir.

En büyük üstâd mânâsına gelen şeyh-i ekber sıfatı, evliyânın büyüklerinden 1240 (H.638)'ta Şam'da vefât eden Muhyiddîn ibni Arabî hazretlerinin lakabıdır.

Tasavvufî eserlerde geçen kelimelerden biri de pîr kelimesidir. Tasavvuf yolunda rehber zât veya tasavvuf yollarından birinin kurucusu, şeyh, mürşid, mânâlarında kullanılmaktadır. Hâce Behâeddîn Buhârî; "Pîr, Allahü teâlâya kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan (arzulanan, istenilen) Hak sübhânehüdür." demiştir. Abdülhakîm Arvâsî; "Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetişmiş ve yetiştiren ise) sohbeti büyük nîmettir ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır. Sohbetsiz vüsûl (kavuşmak) mümkün değildir." demektedir. Hace Muhammed Bâkî-Billâh pîre bağlılıkta bozukluk olursa, yükselmenin düşünülemeyeceğini ifâde etmiştir. Süleymân bin Cezâ; "Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak Allahü teâlâya yalvarmalı ve duâ etmeli." tavsiyesinde bulunmaktadır. Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi; "Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz etmek, feyz kapısını kapatır." demiştir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî; "Pîrini incitenden sen de incinmezsen, köpek senden daha iyidir." demektedir. Ayrıca pîrlik ve müridliğin yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula kalmakla olmayacağını, Ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve göstermekle olacağını belirtmektedir.

Şahıslarla ilgili başka tâbirler varsa da şimdilik, bunlarla iktifâ edip biraz da diğer terimler üzerinde durmak istiyoruz.

Dârülfünûnun (İstanbul Üniversitesinin) Medresetü'l-Mütehassısîn Bölümünde Tasavvuf Kürsüsü Müderrisi olan Seyyid Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî buyuruyor ki:

"Vâridât-ı ilâhiyyenin hepsi, âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmaktadır. Yâni, Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kânunları diyoruz. Bir iş yapmamız ve bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara, iyilik, ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ:

1. Peygamberlerden aleyhimüsselâm âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydâna gelen şeylere "mûcize" denir. Peygamberlerin (salevâtullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn) mûcize göstermeleri lâzımdır.

2. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ümmetlerinin evliyâsında âdet dışı meydana gelen şeylere "kerâmet" denir. İbn-i Âbidîn mürtedleri anlatırken diyor ki: "Mu'tezile ve Vehhâbîler, kerâmete inanmadılar. İmâmü'l-Haremeyn ve İmâm-ı Ömer Nesefî ve birçok âlimler (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn), kerâmetin câiz olduğunu isbât etmişlerdir." Evliyânın kerâmet göstermeleri lâzım değildir. Bunlar, kerâmet göstermek istemez, Allahü teâlâdan utanırlar.

3. Ümmet arasında, velî olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere "firâset" denir.

4. Fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse"İstidrâc" denir ki, derece derece, kıymetini indirmek demektir.

5. Kafirlerden zuhûr edenlere ise "sihr" yâni "büyü" denir.

Bu münâsebetle, biraz da irhâs, mûcize, âyet, beyyine, burhân, kerâmet, keşf, firâset, atiyye, mevhibe, kemâlât, ledünnî ilim, meûnet; istidrâc, sihir (büyü), kehânet, mekr tâbirlerinden, yâni bâzı fevkalâde, hârikulâde (olağanüstü) hâllerden bahsetmek uygun olacaktır.

Peygamber olacak bir zâttan, peygamber olduğu bildirilmeden önce meydana gelen ve peygamberliğine müjde olan âdet dışı yâni hârikulâde (olağanüstü) hâllere, işlere irhâs denir. Îsâ aleyhisselâmın beşikte konuşması, kuru ağaçtan tâze hurma isteyince, eline hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselâmın, çocuk iken, göğsünün yarılması, ağaçların, taşların kendisine selâm vermeleri gibi hâlleri hep irhâstı (çoğulu irhâsâttır).

Allahü teâlânın, peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân ettiği ve onların isteği ile yarattığı hârikulâde yâni âdet dışı, olağanüstü hâllere ise mûcize denilir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir şeyin mûcize sayılabilmesi için şu şartların gerekli olduğunu beyân buyurmuştur: Allahü teâlâ, o şeyi mutâd, alışılmış sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Harikulâde, olağanüstü olmalıdır. Peygamber olduğunu söyleyen kimsenin istediği zaman hâsıl olmalıdır. Peygamberlerin isteklerine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisini yalanlamamalıdır. Mûcize, peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Bir peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller, (aslında) o peygamberin mûcizesidir.

Ahmed Fârûkî Serhendî'nin ifâde ettiğine göre: Allahü teâlâ, her peygambere kendi zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize ihsân etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbazlık yaygındı. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı, büyük yılan olup sihirbazların sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbazlar, bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak hemen îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıb ileri gitmişti. Tabîbler başarılarıyla öğünürlerdi. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme, anadan kör doğanların gözlerinin açılması gibi mûcizeleri ihsân etti. Tabîbler âciz kaldılar. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm zamânında ise; Arabistan Yarımadasında şâirlik ve belâgat sanatı en yüksek dereceye ulaşmıştı. Şâirler yazıp okudukları şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi. Bu şekilde öğünmek sadece şâirde değil, mensûb olduğu kabîle için de bir öğünme vesîlesi idi. Allahü teâlâ, Peygamber efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr edip, kâfir olarak öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular.

Büyük âlim Abdülganî Nablüsî'nin de belirttiği gibi, Allahü teâlânın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi için, peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da, Allahü teâlâ onlara mûcize ihsân eder. Harputlu İshâk Efendinin dediği gibi, Resûlullah'ın, sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup, bâzıları şunlardır: Mîrâc mûcizesi, Şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların, mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi, yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi.

Bir de sözlükte, alâmet, işâret, mûcize, ibret mânâsında kullanılan âyet kelimesi vardır. Bu kelime, Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret, mûcize mânâsını da ihtivâ eder. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır: "(Hakîkati) bilmeyenler (veya bilip de bilmez gözükenler), ne olur, Allah bizimle (senin hak peygamber olduğuna dâir) söyleşse, konuşsa, yâhut (bu hususta) bize bir âyet (mûcize) gelse dediler. Onlardan evvelkiler de, tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişdi. Kalpleri birbirine ne kadar da benzemiş. Bu hakîkatleri iyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermişizdir." (Bekara sûresi: 118)

Mü'mîn sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde ise, Allahü teâlâ meâlen şöyle buyurmuştur:

"Size, (varlığına ve birliğine delâlet eden) âyetlerini (mûcizelerini) gösteren, size gökten rızık indiren O'dur. Bu âyetlerden, Allahü teâlâya inananlardan başkası ibret almaz."

Bir dâvâyı(sözü) isbât eden kesin delile, kendisi bilinince, başkası da bilinen şeye burhân adı da verilir.

Bir de delil, sened, burhân, şâhid, mûcize mânâlarında kullanılan beyyine kelimesi vardır. Kur'ân-ı kerîmde A'râf sûresinin 73. âyetinde meâlen buyruldu ki:

"Semûd (kavmine de) kardeşleri Sâlih'i gönderdik. O, kavmine şöyle dedi: "Allahü teâlâya ibâdet ve itâat edin. O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur. İşte size, Rabbinizden açık bir beyyine geldi. Allahü teâlânın şu dişi devesi, size peygamberliğimi isbât eden bir beyyine ve alâmettir. Onu bırakın, Allahü teâlânın arzında otlasın. Ona bir fenâlıkla dokunmayın ki, sonra acıklı bir azâba uğrarsınız."

Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler, üstünlükler kerâmet diye isimlendirilir. Allâme Ahmed Hamevî'nin dediği gibi, Allahü teâlâ, sevdiği kullarına kerâmetler ihsân eder. Velîler, kerâmetlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.

İmâm-ı Rabbânî; "Kerâmet haktır. Şirkten yâni Allahü teâlâya ortak koşmaktan, kaçıp kurtulmak, mârifete kavuşmak, kendini yok bilmek kerâmettir." demektedir.

Abdülganî Nablüsî ise; "Kendisine kerâmet hâsıl olan velî, bu kerâmetin yalnız Allahü teâlânın dileği ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dileğinin ve kudretinin hiç bir tesiri olmadığını bilmektedir." demiştir.

Lügatte açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak, kapalı şeyin yüzünden örtüyü kaldırmak mânâlarına gelen keşf kelimesi, evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalplerine gelen ilhâm yoluyla bilmeleri demektir. Abdülganî Nablüsî, evliyâya hâsıl olan keşiflerin ve herkesin gördüğü rüyâların, bir şeyin misâlinin, benzerinin hayâl aynasında görünmesi olduğunu, uykuda iken olursa, rüyâ dendiğini, uyanık iken olunca keşf olarak isimlendirildiğini ifâde etmiş, hayâl aynası ne kadar çok saf, temiz ise, keşf ve rüyânın o kadar doğru ve güvenilir olacağını belirtmiştir.

İmâm-ı Rabbânî, evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılmasının, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibi olduğunu, bunun kusûr sayılmayacağını, bundan dolayı evliyâya dil uzatılamayacağını, belki hatâ edene de bir sevâb verileceğini belirtmiş, bundan sonra şöyle demiştir: "Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere (dinde söz sâhibi âlimlere) uyanlara da, onların mezheplerinde bulunanlara da, hatâlı işlere de sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünkü ilhâm ve keşif, ancak sâhibi için seneddir, başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için seneddir.

Sözlükte görüş, zan ve idrâkta (anlamakta), tecrübe ve delîller vâsıtasıyla dikkatle bakıp isâbet etmek mânâsına gelen firâset bir terim olarak peygamberlerin ümmetleri arasında, evliyâ olmayan kimselerden meydâna gelen âdet hârici şeyler, dıştan içi anlama, yüzünden okuma demektir. İmâm-ı Tirmizî ve İmâm-ı Taberânî'nin (r.aleyhimâ) kitaplarında geçen bir hadîs-i şerîfte; "Müminin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allahü teâlânın nûru ile bakar." buyrulmuştur. HâceAbdullah Ensârî'nin beyânına göre, firâset iki türlüdür. Birincisi, mârifet sâhiplerinin (Allahü teâlâyı tanıyanların) firâseti olup, talebenin kâbiliyetini keşf etmek, anlamak, Allahü teâlânın evliyâsını tanımaktır. İkincisi, riyâzet (nefsin istediklerini yapmamak) çeken, açlıkla nefislerini parlatanların firâseti olup, mahlûklara âit gizli şeyleri bilmektir. Kıymetli olan, mârifet sâhiplerinin, Allah adamlarının firâsetine inanıp bağlanmaktır.

Şâh Şücâ Kirmânî harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsin arzularına kapılmaktan koruyanın, sünnete uyarak zâhirini, dışını süsleyenin, helâl lokma yemeyi alışkanlık edinenin firâseti şaşmaz demiştir.

İmâm-ı Rabbânî, firâset, sâlih kimseleri temyiz ve teşhis etmek, bulup ayırmaktır demiş; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ise, firâsetin, îmân kuvvetinden doğduğunu kimin îmânı daha kuvvetli ise firâsetinin o nisbette keskin, şiddetli, isâbetli ve doğru olduğunu belirtmiştir.

Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Biz (dünyâyı isteyenlerin de, âhireti isteyenlerin de) her birine, kısmet ettiğimiz rızkı veririz. Bu Rabbinin atiyyelerindendir. Rabbinin atiyyesi, ihsânı, (dünyâda, mümin ve kâfir hiç kimseden) men edilmemiştir." (İsrâ sûresi: 20)

Ebü'l-Abbâs Mürsî; "Peygamberler, ümmetleri için atıyyedir (ihsân, lütuf, bağıştır). Fakat Resûl-i ekrem efendimiz hediyedir. Hediye ile atıyye arasında fark vardır. Atıyye muhtaçlara, hediye ise sevilenlere verilir." demiştir. Hediye, bağış, Allahü teâlânın ihsânı mânâsına gelen bir kelime daha vardır ki o da mevhibedir. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ın buyurduğuna göre: "İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir, buna "kesbî" denir. İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir, buna "vehbî" de denir."

İyilikler, fazîletler, ahlâk ve huy güzellikleri, olgunluklar demek olan kemâlât, nübüvvet kemâlâtı ve vilâyet kemâlâtı olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır: Kemâlât-ı nübüvvet: Peygamberliğe ait üstünlükler olup, çok yüksek evliyâlık makamlarından biridir. Şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî demiştir ki: "Bir müslüman, Allahü teâlânın ihsânı ile, İslâmiyetin hakîkatine kavuşur, İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam uymakla, o büyüklere vâris olarak kemâlât-ı nübüvvet makâmına kavuşabilir. O yüksek derecenin nîmetlerini bol bol elde edebilir.

İmâm-ı Rabbânî; "Vilâyetin, velîliğin iki parçası olan tarîkat ve hakîkat, şerîatin hakîkatini ele geçirebilmek için ve kemâlât-ı nübüvvete kavuşabilmek için iki şart gibidir." demiştir.

Evliyâlık makamlarından biri olan kemâlât-ı vilâyete gelince, bu konuda İmâm-ı Rabbânî; "Kemâlât-ı nübüvet (peygamberlik kemâlâtı), kemâlât-ı vilâyetten çok üstündür. Kemâlât-ı vilâyetteki ilerleme, kemâlât-ı nübüvvetteki ilerlemenin bir sûreti, görünüşüdür." demektedir. Şeyh Şihâbüddîn ise; "Şerîatin sûreti, kemâlât-ı vilâyet meyvelerini meydana getiren mübârek bir ağaç olduğu gibi, nübüvvet kemâlleri de mübârek bir ağaç gibi olan şerîatin hakîkatinin meyveleridir, demiştir.

İlm-i ledün veya ledünnî ilim, Allahü teâlâ ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Orada, kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular." (Kehf sûresi: 65)

Hem Sa'lebî'nin hem de İmâm-ı Rabbânî'nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allahü teâlânın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; "İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır." buyurmuştur.

Senâullah-ı Dehlevî bu ilim hakkında şöyle demektedir: "Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve herkesi ilgilendirir. Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden üstündür."

Seyyid Abdülhakîm Efendi ise, şunları ifâde etmektedir: "Emîr Sultan hazretleri, ledünnî ilme sâhipti. Bu ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının sayısını bilir."

İstidrâc, Fâsıkların (günahkârların), bilinmeyen bâzı şeyleri haber vermeleri, âdet üstü hârikulâde hâdiseler göstermeleridir. Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor. Bunlar kâfirlerden, fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse, istidrâc denir ki, derece derece kıymetini indirmek demektir.

İmâm-ı Rabbânî, "Bir kimse, peygamberlere tâbi olmadan doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse, istidraçtır. Sonu zarar ve ziyândır." demektedir.

Tabîat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kanunları dışında gizli sebepler kullanarak, garip şeyleri yapmayı sağlayan işe, müslüman olmayanlardan ortaya çıkan âdet dışı şeylere, büyüye sihir denir. El-Hadîkat-ün-Nediyye'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır." İhyâ'da geçen diğer bir hadîs-i şerîfte ise; "Müslüman, büyü yapmaz. (Allah saklasın) îmânı gittikten sonra, büyüsü tesir eder." buyrulmuştur.

Abdülhakîm Arvâsî, büyünün insanları hasta yaptığını, sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb olduğunu, yâni cesede ve rûha tesir ettiğini, kadın ve çocuklara tesirinin daha çok olduğunu belirtmiştir.

İmâm-ı Nevevî, sihir yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa küfürdür; böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır demiştir.

İmâm-ı Rabbânî, sihrin tesirinin kat'î olmadığını, ilâcın tesiri gibi olup, Allahü teâlânın, isterse yaratacağını, istemezse, hiç tesir ettirmeyeceğini ifâde etmiştir.

Gaybın sır ve hallerini bilirim iddiâsında bulunmaya, kâhinliğe Kehânet denir. Berîka'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Hased, nemîme (insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet sâhipleri, benden değildir." buyrulmuştur.

Muhammed Mâsum Fârûkî ise şöyle demiştir: "Hakîkî mümin, batıl inançlara inanmaz, sihir, uğursuzluk, fal, efsûn, Kur'ân-ı kerîmden başka şeyle yazılı muska, mâvi boncuk, kehanet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezârlara mum dikmeye, tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez ve kerâmet sâhibi olduğunu söyleyen sahtekârlara inanmaz."

Abdullah ibni Abbâs'ın haber verdiğine göre, Peygamber efendimizden önce şeytanlar göklere çıkmaktan men olunmazlardı. Göklere giderler, meleklerden işittiklerini, kâhinlere haber verirlerdi. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, bunların göklere çıkmaları yasaklandı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kâhinlere, falcılara inanmamalı, bilinmeyen şeyleri onlara sormamalı, onlar gaybı bilir sanmamalıdır, deyip, gaybı ancak, Allahü teâlâ ve O'nun bildirdiklerinin bileceğini ifâde etmiştir.

Biraz da mekr terimi üzerinde duralım. Mekr, bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak, istidrâc yâni Allahü teâlânın, bir kimseye bir müddete kadar, devamlı olarak hakkında hayırlı olmayan nîmetler verip, onun da bunu Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu yolun kendisi için iyi olduğunu zannederek aldandığı, gururlandığı, gaflette bulunduğu, taşkınlık yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada, Allahü teâlânın onu âniden azâbı ile yakalayıvermesi; Allahü teâlânın, mekr yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması, kötülüklerini, kurdukları tuzakları bozması mânâlarına gelir.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruluyor: "Allahü teâlânın mekrinden emîn mi oldular? Hüsrâna uğrayanlardan (küfür yâni îmansızlık ve günâhlar sebebi ile, ibret almamak ve tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda olanlardan) başkası Allahü teâlânın mekrinden emîn olmaz." (A'râf sûresi: 99)

Hazret-i Ali, şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık, mal, mülk v.s. verilen, bunların kendisi için Allahü teâlânın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin aklında bozukluk vardır demiştir.

Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Paşa ise şunları söylemiştir: "İnsanın, işine göre ömrü ve rızkı değişir, iyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Böylece Allahü teâlâ, birine, ölümüne yakın iyi işler yaptırıp, son nefeste îman ile gönderir. Başka birine kötü amel işletip, îmânsız gönderir. Bunun için, Resûlullah efendimiz her zaman; "Allahümme yâ Mukallib-el-kulûb, sebbit kalbî alâ dînike." duâsını okurdu (ki, ey büyük Allah'ım! Kalpleri iyiden kötüye kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yâni dîninden döndürme, ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) bunu işitince; "Ya Resûlallah! Sen de kalbinin dönmesinden, korkuyor musun?" dediklerinde; "Allahü teâlânın mekrinden beni kim emin eder? (bana kim garanti, güven verebilir?)." buyurdu. Çünkü, hadîs-i kudsîde; "İnsanların kalpleri, Rahmân'ın kudretindedir. Kalpleri, dilediği gibi çevirir." buyrulmuştur. Yâni Celâl ve Cemâl sıfatları ile, kötüye ve iyiye çevirir.

Senâullah Dehlevî, bu konuda şöyle demektedir: "Allahü teâlâdan yüz çeviren birçok kimsenin, dünyâ nîmetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan olunuyorsa da, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar, hakîkatte azâb ve felaket tohumlarıdır. Allahü teâlânın mekridir. Nitekim, Mü'minûn sûresin 55 ve 56. âyetlerinde meâlen; "Kâfirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyorlar? Peygamberime inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar." buyruldu. Kalplerini, Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyâlıklar, hep haraplıktır, felâkettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir.

Yine büyük âlim Senâullah Dehlevî ve Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahrüddîn Râzî, Allahü teâlânın mekri ile insanların mekrleri arasında fark olduğunu belirtip, insanların mekrinde, başkasına kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle değildir; Allahü teâlânın mekri, mekr yapanların mekrini bozmak, mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle herkese hayır, iyilik olduğu gibi, onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenalığını bildirmek ve bazılarının tövbelerine sebeb olmak bakımındandır. Bunda mekr yapanların bizzat kendileri için de hayır ve hikmet vardır, demişlerdir. Şunu da ifâde etmişlerdir: Allahü teâlâ mekr yapanların mekrine, onların beklemedikleri, ummadıkları bir şekilde mukâbele ettiği, karşılık verdiği, bozduğu, gaflet hâlinde iken onları ansızın yakaladığı için, Allahü teâlânın bu fiiline mekr denilmiştir. Yoksa Allahü teâlâya doğrudan mekr isnâd edilmez, mâkir (mekir yapan) denilemez. İnsanların mekri ile lafız (söz) bakımından bir benzerlik vardır. Ayrıca, Allahü teâlânın doksan dokuz ismi içinde "Mekkâr" da vardır.

Bir de evliyâ-yı kirâmda bulunan bâzı sıfatlar, vasıflar vardır. Bunları ele alarak bir kısım tasavvufî terimleri açıklamış olacağız. Velîlerin hepsi takvâ sâhibiydiler. Takvâ sakınmak, Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan, yasaklardan, günâhlardan sakınmaktır. Harama düşmemek için, haram veya helâl olduğu belli olmayan şüpheli şeylerden sakınmaya verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ takvânın mânâsı altına girer.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "Allahü teâlâ, o takvâ sâhiblerini sever." (Âl-i İmrân sûresi: 76) Peygamber efendimiz; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle." duâsını çok söylerdi. Ebû Saîd Muhammed Hâdimî Berîka'sında bu hadîs-i şerîfi açıklarken, duâda geçen ilimden maksat faydalı ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise, yumuşaklık demektir. Âfiyetten murâd, dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır demektedir.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır." demiştir. Bundan sonra da şu açıklamayı yapmıştır: "Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Bir insan, mubah, yâni dînin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, mubahları aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir."

Helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınarak helâle, harama dikkat etmeye verâ denir. Künûz-ul-Hakâyık'ta geçen hadîs-i şerîflerde; "Hiçbir şey verâ gibi olamaz." ve "Dîninizin direği verâdır." buyrulmuştur. Ebû Hüreyre hazretleri, kıyâmet günü, Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli olanların verâ ve zühd sâhipleri olduklarını beyân etmiştir.

İmâm-ı Rabbânî, bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz deyip bunları şöyle saymıştır: Gıybet etmemeli, mümine sû-i zân etmemeli, kimseyi kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı, doğru söylemeli, kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, kendisine yaptığı ihsânları, nîmetlerini düşünmeli, malını helâl yere harc edip, haramlara vermemeli, nefsi, keyfi için mevki-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli, beş vakit namazı, vaktinde kılmayı birinci vazîfe bilmeli, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı.

Hasen-i Basrî hazretleri, zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır demiştir.

Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak, dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmak mânâsına gelen zühd hakkında, Hâris el-Muhâsibî şunları söylemektedir: "Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allahü teâlânın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeyi temin eder."

El-Câmiu's-Sagîr'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulmuştur: "Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir, dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir." Berîka'da geçen bir hadîste ise; "Dünyâda zâhid olanı, Allah sever. İnsanlarda bulunanlarda zâhid olanı, insanlar sever." buyrulmuştur. Muhammed Hâdimî; "Zahid âlimin iki rekat namazı, zâhid olmayanın ömrü boyunca kıldığı namazdan hayırlıdır." demiş, Lokman Hakîm de; "Ey oğlum! Yakîn ve sabrı sanat edin. Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zâhid ve mücâhid olursun." buyurmuştur.

Hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, dünyâ faydalarını düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak demek olan ihlâs hakkında, Mektûbât'taki bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: "İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder." Hilyetü'l-Evliyâ'da kaydedildiğine göre, Resûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel'i, Yemen'e vâli gönderirken şöyle buyurmuşlardır: "İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir."

Seyyid Emîr Külâl; "İhlâssız amel, sahte para gibidir, kabûl edilmez." demiş; Sehl-i Tüsterî'ye; "İnsanın nefsine en çok ağır gelen şey nedir?" diye sorduklarında, "İhlâstır." cevâbını vermiş; "Zîra ihlasta nefsin nasîbi yâni payı yoktur." diye bir açıklamada da bulunmuştur. İmâm-ı Rabbânî ise, ihlâs ile, uzun yılların amelinin, işinin, kısa zamanda ele geçeceğini açıklamıştır.

Gönülle bilmek, Allahü teâlâyı hakkıyla tanıyıp bilmek mârifet diye isimlendirilir. Muhammed Ma'sûm Fârûkî, insanın izzetinin, îmân ve mârifet ile olduğunu, mal ve mevki ile olmadığını belirtmiştir. Ahmed bin Hadraveyh; "Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak ve Allahü teâlâdan başka her şeyden ümîdini kesmektir." demiştir. Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî, mârifet ve Allahü teâlâya yakın olma hâlinin, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçeceğini ifâde etmiştir. Ebü'l-Hasan bin Sâî ise; "Mârifet, her durumda kulun, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükretmede âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesi ile ele geçer." demiştir.

Allahü teâlâyı kalp ve rûhla tanıyıp bilmeye mârifetullah da derler. Sülûk-ül-Ulemâ adlı eserde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak mârifetullaha sâhib olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, mârifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez." buyrulmuştur. Muhammed Mâsûm, bu dünyâda en kıymetli şeyin mârifetullaha kavuşmak olduğunu belirtmiş, İmâm-ı Rabbânî kalbinde hardâl tânesi kadar dünyâ muhabbeti bulunan kimsenin mârifetullaha kavuşamayacağını ifâde etmiştir.

Hâdimî hazretleri; "Mârifetullah bilgileri, keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâmiyet) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzum olmazdı." demiştir.

Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak, öğrenmek, cehlin zıddı mânâlarına geldiği gibi, okumak, görmek, dinlemek veya cenâb-ı Hakk'ın ihsânı ile elde edilen mâlumât ve bilgi anlamında da kullanılan ilim çok çeşitli kısımlara ayrılmaktadır. Amele dâir ilimlerden biri olan ilm-i ahlâk, fazîlet ilmi olup, buna kavuşma ve bu fazîleti giderecek şeylerden sakınma yollarını bildirir. Kalp ve rûh bakımından insanı olgunlaştıran ilim ve ameller, tasavvuf, ahlâk mânâsına da gelir. İnsanın görünmeyen ve âlem-i emirden olan kalp, sır, rûh gibi latîfelerini konu alan ilme, kısaca gönül yâni kalp ve rûhla ilgili ilme ilm-i bâtın denilir. Deylemî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; "İlm-i bâtın, Allahü teâlânın sırlarından bir sırdır. O'nun hükümlerinden bir hükümdür. Dilediği kulunun kalbine verir." buyrulmuştur. Şihâbüddîn Sühreverdî; "İlm-i bâtın ile kulun, Allahü teâlâya yakınlığı artar. Bu ilim, Allah adamı denen velîlerin ve tâlibleri O'na kavuşturan, doğru yolu kuvvetlendiren ve insanlara doğru yolu gösteren âlimlerin sohbetlerinde kazanılır. Bu âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." demiştir.

Genel olarak ilim, ilm-i husûlî ve ilm-i hudûrî diye ikiye ayrılabilir. İlm-i husûlî, Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin sohbetlerinde ve derslerinde bulunularak, çalışılarak elde edilen ilimdir. İlm-i hudûrî ise, çalışmadan Allahü teâlânın ihsân etmesiyle kazanılan ilim, vehbî ilim demektir ki bu ilme ilm-i lüdünnî de denilir.

İmâm İbn-i Mâce'nin Sünen'inde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlim, Çin'de de olsa onu alınız. Zirâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır." buyrulmuştur. Ed-Dürrü'l-Muhtâr'daki hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur: "Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevaptır." Berîka'da geçen bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz; "İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ, bilmediklerini bildirir." buyurmuştur.

Ebü'l-Esved ed-Düelî; "Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükmederler." demiş, Lokman Hâkim de oğluna şunu söylemiştir: "Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım." Ayrıca; "Dervişler, fakir ve yoksullar ilim sâyesinde sultanlar sofrasında otururlar." buyurmuştur. Bir de Abdülhak-ı Dehlevî, "İnsanın göğsünü genişleten şeylerden biri ilimdir." demiştir.

Şek ve şüpheden uzak olan doğru, sağlam, sarsılmayan şüphe ve tereddüt bulunmayan îtikâda, îmâna yakîn adı verilir. Râmûzu'l-Ehadîs'teki bir hadîs-i şerîfte; "Âgâh olunuz ki, insana dünyâda yakîn ve âfiyetten (rûhen sağlam ve günâhlardan uzak olmaktan) daha hayırlı bir şey verilmemiştir. Öyle ise Allah'tan o ikisini isteyin." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî; "Yakîn ihsân edilen birinin kerâmetlere, hârikalara ihtiyâcı olmaz. Bütün bu kerametler, zât-ı ilahînin zikrinden ve kalbin bu zikir ile zînetlenmesinden aşağı kalır." demiştir. Hazret-i Ali ise; "Îmân ağaç gibi olup, kökü yakîn, dalı takvâ, nûru hayâ, meyvesi cömertliktir." buyurmuştur.

Sözlükte berâberlik, beraber olma demek olan maiyyet, tasavvufta Allahü teâlâ ile beraber olma, O'na kavuşma yolu mânâsında kullanılır. Muhammed Bâkî-billah; "Maiyyet yolu, cezbe (Allahü teâlânın çekmesi) yollarından biridir. Maiyyet yolundan Allahü teâlâya kavuşmak nasîb olursa, vâsıta, aracı olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile berâberdir." hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir." demiştir. İmâm-ı Rabbânî ise; "Yüksek hocamın, lutfederek, acıyarak mübârek gönlünü, bu fakire çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), maiyyet, ihâta (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mârifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı." demiştir.

Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerleme


Eser: Evliyalar Ansiklopedisi

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Evliyalar Ansiklopedisi

MollaCami.Com