Kitaplar | Yazarlar | İlmihal | Sohbetler | Hutbeler
BEHLÜL-İ DÂNÂ
BEHLÜL-İ DÂNÂ
Meczûb. Hak âşığı. Çok tanınmış evliyâdan biri. Asıl ismi Vüheyb bin Ömer Sayrâfî'dir. Behlûl-i Dânâ adıyla şöhret buldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Kûfeli olduğu hâlde ömrünün çoğunu Bağdât'ta geçirdi. Hârûn Reşîd'in kardeşi olduğuna dâir rivâyetler varsa da aslı yoktur. Hârûn Reşîd'e nasîhat verirdi. Herkese ders olacak hikmetli sözleri çok meşhûrdur. 805 (H.190) senesi Bağdât'ta vefât etti. Dicle kenarında Şunûziyye kabristanlığına defnedildi.
Behlül-i Dânâ, zamânın büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Eymen bin Nâbil, Amr bin Dînâr ve Âsım bin Ebi'n-Necîd'den hadîs-i şerîf öğrendi. İbretli mânâlı sözler söyledi. Menkıbeleri dilden dile aktarıldı.
Behlül-i Dânâ bir gün Bağdât sokaklarından birinde giderken, oynayan çocuklar gördü. Çocuklardan biri ise bir köşeye çekilmiş onlara bakıyor ve ağlıyordu. Behlül-i Dânâ o çocuğun yanına gitti ve; "Ey çocuk niçin ağlıyorsun? Gel sana bir şeyler alayım da sen de arkadaşlarınla oyna." dedi ve çocuğun başını okşadı. Çocuk bakışlarını Behlül'e çevirdi ve; "Ey aklı az adam! Biz oyun için yaratılmadık." dedi. Behlül bu söze şaştı ve çocuğa; "Ey oğlum! Peki niçin yaratıldık." diye sordu. Çocuk; "Allahü teâlâyı bilmek ve O'na ibâdet etmek için." dedi. Behlül hazretleri; "Peki bunun öyle olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Çocuk, Mü'minûn sûresinin 115. âyet-i kerîmesini okuyuverdi. Meâlen; "Sizi ancak boşuna yarattığımı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?" Hazret-i Behlül tekrar; "Ey çocuk. Sen hakîmâne konuştun. Bana biraz daha nasîhat et." dedi ve ağlamaya başladı. Kendinden geçmişti. Kendine geldiğinde çocuğa; "Ey oğlum! Senin günâhın yok. Sen bir çocuksun. Nasıl oluyor da böyle düşünebiliyorsun?" diye sordu. Çocuk da; "Ey Behlül! Babamı ateş yakarken gördüm. İri odunları küçük çırpılarla tutuşturuyordu. Ben de Cehennem'in yanan küçük odunlarından olacağımdan korkuyorum." dedi. Bu sözler üzerine Behlül-i Dânâ hazretleri tekrar ağladı. Kendinden geçti. Kendine geldiğinde çocuğu yanında göremedi. Oradakilere bu çocuğun kim olduğunu sordu. Onlar; "Tanımadın mı?" dediler. Behlül; "Hayır." deyince, onlar; "Bu, hazret-i Hüseyin evlâdından seyyid bir çocuktur." dediler. Behlül de; "Ancak böyle bir ağacın meyvesi bu kadar olgun olabilirdi." deyip oradan ayrıldı.
Bir gün Behlül-i Dânâ'ya; "Basra'daki Hak âşıklarını sayar mısın?" dediler. O; "Bunlar sayıya sığmaz. İsterseniz öyle olmayanları söyleyeyim. Zîrâ bunlar birkaç tânedir." diye cevap verdi. Soranlar özür dileyip oradan ayrıldılar.
Bir gün Behlül'ü kabristanda gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş toprakla oynuyordu. Kendisine; "Ey Behlül ne yapıyorsun?" diye sordular. Onlara gâyet sâkin olarak; "Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan insanlarla oturup sohbet ediyorum. Bunlar sağ olanlardan daha emin." diye cevap verdi.
Bir gün devrin halîfesi Hârûn Reşîd ile karşılaştı. Halîfe; "Seni gördüğüme çok sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum." dedi. Hazret-i Behlül güldü ve; "Benim böyle bir arzum yoktu." cevâbını verdi. Buna rağmen Hârûn Reşîd kendisinden nasîhat istedi. "Ne nasîhatı istiyorsun? Şu sarayına bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan nelerden alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamânında aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada meydana çıkacak, başka nasîhatı ne yapacaksın?" dedi. Adâleti ile meşhûr olan Hârûn Reşîd onun nasîhatlarından çok istifâde ettiğini bildirdi.
Bir zaman Bağdât'ta fiyatlar çok yükselmişti. Hayat pahalılığı çekilmez bir hâl aldı. Muhammed bin İsmâil bin Ebî Fudayl gelerek; "Ey Behlül! Müslümanların ve bütün insanların hattâ hayvanların rahatlaması için Allahü teâlâya duâ etmez misin?" dedi. O şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben bu işe karışmam. Eğer bir buğday tânesi bir dinar olsa, bize emrettiği gibi Allahü teâlâya ibâdet etsek, O bize vâdettiği gibi rızkımızı verir." Sonra ellerini birbirine vurarak; "Ey dünyâyı ve süslerini toplayan, gözleri uykudan lezzet almayan kimse, nefsinle uğraşıp âhirete bir tedârik yapmadın, kıyâmet gününde Allahü teâlâya ne cevap vereceksin?" dedi.
Abdullah bin Mihran anlatıyor: Hârûn Reşîd hacca gitti. Dönüşünde bir müddet Kûfe'de istirahat etti. Sonra yola çıkacağı zaman herkes kendisini yolcu etmek için sokağa döküldü. Behlül de çıkmıştı. Çocuklar onunla oynayıp eğleniyorlardı. Tam o sırada Hârûn'un develer üzerinde muhteşem kâfilesi gözüktü. Çocuklar da Behlül'ü bırakıp onun seyrine koyuldular. Tam Hârûn'un geldiği sırada Behlül yüksek sesle:
"Ey Hârûn!" diye seslendi. Hârûn, perdeyi kaldırarak: "Buyur Behlül, ne istiyorsun?" dedi. Behlül:
"Ey Müminlerin Emîri! Eymen bin Nâil, Kudame bin Abdülâmir'den bize şöyle haber verdi ve dedi ki: "Ben Resûl-i ekremi Arafat'tan dönüşte görmüştüm. Kızıl bir deveye binmişti. Yanında kimse dövülmediği gibi, kimse de kovulmazdı. "Yol verin, yol verin!" diyen münâdileri de yoktu. Sen de bu usûle riâyet eyle. Bilmiş ol ki; tevâzu ile yolculuk etmen, kibir ile seyâhatinden hayırlıdır."
Behlül Dânâ yine; "Bağdât ve etrafını nûrlandırıp aydınlatacak hediyeler götürüyor musun?" dedi. Halîfe; "Bu hediyeler nasıl olur?" deyince, Behlül hazretleri; "İnsanlara Allahü teâlânın sevgisini, O'ndan korkmayı, onlara örnek olacak şekilde hâl ve hareketler, onlar hakkında temiz ve güzel düşüncelere sâhib olmak en güzel hediyedir." dedi. Bunu dinleyen Hârûn Reşîd ağlayarak; Ey Behlül, biraz daha anlat!" dedi. Behlül:
"Memleketinin bir köşesinde bir mazlum zulme uğrasa, sen memleketin diğer köşesinde bile olsan, Allahü teâlâ bunun hesâbını senden soracak. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki iyiler Naîm Cenneti'ndedir. Kötüler ise Cehennem'dedir." buyurdu (İnfitar sûresi: 13-14). Âhirette, Cennet veya Cehennem dışında gidilecek üçüncü bir yer yoktur. O hâlde hazırlığını buna göre yap." dedi. Halîfe; "Amellerimiz hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Behlül hazretleri; "Allahü teâlâdan korkarak ve emrettiğine uygun olarak yapılan amel makbuldür." buyurdu. Halîfe; "Peygamber efendimizle, akrabâlık olarak yakınlığımız hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Behlül; "Peygamber efendimize akrabâlıktan ziyâde, bildirdiği hükümlere bağlılıkta yakın olmak daha mühimdir." dedi. Halîfe; "Peygamber efendimizin şefâatine kavuşabilecek miyiz?" deyince de, Behlül; "Onu Allahü teâlâ bilir." buyurdu. Halîfe; Nasıl yaşayalım?" diye sordu. Behlül; "Allah'tan kork. Her hâlinde Muhammed aleyhisselâmın sünnetine tâbi ol. Bu durumda en kârlı yolu seçmiş olursun." dedi. Halîfe; "Çok güzel söylüyorsun, şu hediyemi kabûl et." dedi. Behlül hazretleri de; "Onu kimden aldınsa ona ver. Dünyâdaki sâhipleri yakana yapışmadan önce, verenin yoluna harca. Bunu burada yap. Âhirete kalırsa onlara bir şey bulup veremezsin, râzı edemezsin." diye cevap verdi. Parayı almayınca, Hârûn Reşîd; "Para borcun varsa onu ödeyelim." dedi. Behlül:
"Kûfe'de birçok ilim sâhipleri vardır. Borç ile borcun ödenmeyeceğinde ittifak etmişlerdir." dedi. Hârûn Reşîd:
"Bâri ihtiyâcını temin edelim." deyince, Behlül hazretleri; "Allahü teâlâ senin Rabbin olduğu gibi, benim de Rabbim'dir. Seni hatırlayıp beni unutması muhâldir." buyurdu. Hârûn Reşîd, bu sözleri işitince ağladı.
Bir gün halka doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşîd'e gidip; "Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır." gibi sözlerle şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, halkın isteğini bildirdi. Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk etti. Birkaç koyun alıp kesti, bacaklarından mahallenin köşe başlarına astı. Bunu gören halk gülerek; "Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zâten." diyorlardı. Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokuyor, bundan da bütün mahalle zarar görüyordu. Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişiler Hârûn Reşîd'e gidip, durumu anlattılar. Behlül Dânâ'yı çağırtıp, sorduğunda: "Bir kötünün herkese zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi bacağından asıldığını onlara gösterdim." diye cevap verdi.
Hasan bin Sehl anlatır: Bir gün çocuklar, hazret-i Behlül'e taş atmağa başladılar. Taşın birisi vücûdunu kanatınca, "Ey çocuklar! Ben, Allahü teâlâya tevekkül ettim. O elbette bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmak insana rahatlık verir. İnsanlara ezâ ve cefâ yapanlar hiç merhametli olur mu?" dedi. Ben dayanamadım. "Ey Behlül, çocuklar sana taşla vuruyorlar, sen onlara merhamet ediyorsun. Bu nasıl iştir?" dedim. O da, "Sus!.. Allahü teâlâ, benim üzüntü ve acımı, onların da sevincinin çokluğunu elbet biliyor. Bâzımızı, bâzımıza bağışlaması umulur." buyurdu.
Adamın birisi namaz kılmaz, diğer ibâdetleri yapmaz ama her gece yatarken; "Yâ Rabbî! Bana Cennet'ini ver!" diye duâ ederdi. Bir gece aynı şekilde yattı. Geç vakitte, damdan bir tıkırtı geldiğini hissederek uyandı. Hemen çıkıp; "Kimsin, orada ne arıyorsun?" dedi. Damda bulunan Behlül Dânâ idi ve; "Devem kayboldu da onu arıyorum." dedi. Ev sâhibi, "Kaybolan deve damda olması mümkün mü? Bu akılsızlık değil midir?" deyince, Behlül-i Dânâ; "Senin, hiç ibâdet etmemen ve sonra da Allahü teâlâdan Cennet'i istemen daha akılsızlık değil midir?" buyurdu. Ev sâhibi O zaman, Behlül-i Dânâ'nın kendisine nasihat vermek için böyle yaptığını anladı. Hatâsını anlayıp, tövbe etti ve ibâdetlerini aksatmadan yapmaya başladı.
Bir gün Behlül-i Dânâ'nın evine hırsız girmiş, evde ne bulduysa götürmüştü. Doğruca kalkıp kabristânlığa gitti ve kapısına oturdu. Bunun farkına varanlar başına toplanıp; "Niçin hırsızın peşinden gitmedin de buraya geldin?" dediler. Onlara; "Yolunu şaşırmış o adamcağızı burada bekliyorum." diye cevap verdi. Bu söze oradakiler kahkaha ile güldüler ve; "Hay Allah iyiliğini versin, o adamın burada işi ne?" dediler. Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Siz hiç merak etmeyin o mutlakâ bu kapıya gelecek. Ecel onu buraya getirecektir." buyurdu. Bu sözler üzerine herkes derin düşüncelere daldı.
Behlül bir gün Hârûn Reşîd'in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu gören askerler onu kamçı ile dövmeye başladılar. Askerler vurdukça o; "Vah Hârûn Reşîd. Vah Hârûn Reşîd!" diyordu. O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında donup kaldı. Askerleri uzaklaştırdıktan sonra; "Ey Behlül! Bu ne hâl?" diye sordu. Behlül; "Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşündüm." Hârûn Reşîd; "Peki ne yapmam lâzım?" dedi. Behlül; "Mâdem ki bu yükün altına girdin. Zulme meyletme. Adâlet üzere ol. Böylece tahtında otur." buyurdu.
Behlül Dânâ hazretlerinin halîfe Hârûn Reşîd'e bir nasîhati de şöyle oldu. Bir gün halîfeye; "Ey Hârûn Reşîd! Yer içinde, yer üzerinde ve göklerde çok olan nedir?" diye sordu. Hârûn Reşîd; "Bunu bilmeyecek ne var? Yer içinde ölüler, yer üzerinde hayvanlar ve bitkiler, gökte ise meleklerdir." dedi. Behlül; "Değil." buyurdu. Halîfe; "Nedir?" deyince, Behlül-i Dânâ; "Ey Halîfe! Yer içinde çok olan ölülerin pişmanlıkları, yer üzerinde insanların hırs ve tamahı, gökte ise âdil hükümdarların sevaplarıdır." buyurdu. Bu sözler üzerine Hârûn Reşîd ağlamaya başladı.
Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül ile görüşmek, hikmetli sözlerini duymak istedi. Bu şekilde adamlarını gönderip Behlül'ü getirmelerini söyledi. Gidenler Behlül'ü boş bir mezar içinde uyur buldular. Uyandırdıklarında; "Siz ne yaptınız. Beni pâdişâhlık makâmından indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım." dedi. Görevliler gidip bu sözleri halîfeye bildirdiler. Hârûn Reşîd onun bu hâline bir mânâ veremedi, huzûruna geldiğinde; "Ey Behlül! Bu ne iş. Sen hangi pâdişâhlıktan indirildin?" dedi. O, bu soru üzerine; "Ey Halîfe! Rüyâmda kendimi hükümdâr olmuş gördüm. Tahtımda oturuyordum. Hizmetçilerim vardı. Saltanat ve ihtişam içinde idim. Lâkin senin adamların beni uyandırdı ve tahtımdan oldum." Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve; "Ey Behlül! Rüyâdaki pâdişâhlığa îtibâr olur mu?" dedi. Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Ey müminlerin emîri! Benim hükümdarlığım ile seninki arasında ne fark var. Ben gözlerimi açınca hayat buldum. Sen gözlerini kapayacak olsan ebediyyen emirlikten düşecek saltanatından olacaksın ve nedâmet, pişmanlık günün başlayacak. O halde hangimizin hükümdârlığına îtibâr yoktur siz söyleyin." dedi. Bunun üzerine Hârûn Reşîd söyleyecek söz bulamadı.
Behlül-i Danâ hazretleri bir gün Bağdât sokaklarından birinde giderken, iki kişinin kıyasıya kavga ettiklerini gördü. Biri diğerine ağza alınmayacak şeyler söylüyordu. Behlül-i Dânâ onun yanına yaklaşıp; "Sen bize gel ne söylersen söyle lâkin bizden bir tek kelime karşılık alamazsın." dedi. Öfkeden deliye dönmüş adam birden durdu ve; "Ey Behlül; Beni o mağlûb edemedi. Lâkin sen mağlûb ettin." dedi. Böylece kavgacılar dövüşü bırakarak hatâlarını anladılar.
Bir gün halîfe Hârûn Reşîd Behlül-i Dânâ'ya kıymetli bir hırka hediye etmek istedi: "Ey Behlül! Şu paha biçilmez hırkayı giy. Benim sana hediyemdir." dedi. Behlül-i Dânâ hazretleri geri çekilip; "Ben ancak pamuklu hırka giyebilirim. Pederimin bana nasîhat ve vasiyeti şu idi: "Oğlum! Toprak üstünde yat. Lâkin bir döşek kazanmak için kimsenin önünde eğilip, el etek öpme, pamuk hırka ile de yetin."
Birisi Behlül-i Dânâ'ya gidip; "Ey Behlül! Oğlum vefât etti. Kabir taşına ne yazayım." dedi. Behlül hazretleri buna gülüp; "Dün altımda olan çimenler bugün üstümde yeşerdi. Ey yolcu, bil ki şu toprak, günahlardan başka her şeyi örtmektedir, yaz." dedi.
Behlül-i Dânâ hazretleri şu beytleri sık sık okurdu:
"Bayram, yeni elbiseler giyenler için değildir.
Ancak ilâhî azâptan emin olanlar içindir.
Bayram bineklere binenler için de değildir.
Ancak hatâ ve isyânı bırakanlar içindir."
Behlül-i Dânâ, duâsı makbul bir zâttı. Aşağıdaki şiir onundur:
Hırsı bırak da, yorulma;
Geçimde tamaha kapılma...
Niçin malı cem edersin;
Kime topladın bilemezsin!
Rızık vaktiyle ayrıldı;
Sû-i zan faydasız kaldı...
Her hırs sâhibi fakirdir;
Her kanaatkârsa zengin.
HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN
Behlül Dânâ şehirde, dolaşıp ara sıra,
Nasîhat ediyordu, bir kısım insanlara.
Ve eğer görür ise, bâzı yanlış işleri,
Derhal îkâz ederdi, gidip o kişileri.
Bu durumdan rahatsız olan bâzı kişi de,
Şikâyet eylediler, onu Hârûn Reşîd'e.
Dediler ki: "Behlül'e, söyleyin de ey sultan,
Yaptığımız işlere, karışmasın her zaman.
Bizim günahımızla, ne derdi var ki onun,
Hem kendi bacağından, asılmaz mı her koyun?"
Çağırdı Hârûn Reşîd, Behlül'ü sarayına,
Halkın şikâyetini, söyledi aynen ona.
O, terk etti sarayı, hiç bir cevap vermeden,
Ve bir kaç koyun alıp, onları kesti hemen.
Her sokağın başına, o kesik koyunları,
Kendi bacaklarından, asıverdi onları.
İnsanlar bunu görüp, dediler: "Ne olacak,
Delinin yapacağı, nihâyet budur ancak."
Lâkin günler geçtikçe, o etler kokuyordu,
Bundan bütün mahalle, rahatsız oluyordu.
Artık durulmaz oldu, bu kokudan nihâyet,
Halk gidip halîfeye, eylediler şikâyet.
Dediler: "Ey halîfe, Behlül'e söyleyiniz,
Astığı koyunlardan, bîzar olduk hepimiz."
Hârûn Reşîd, Behlül'ü çağırıp sordu hemen,
O ise şöyle dedi, halîfeye cevâben:
"Kendi bacaklarından, astım ben her koyunu,
Ne için şikâyete, geldiler size bunu?
Demek ki bu şekilde, asılsa da her koyun,
Kokunca, her insana, zararı varmış onun.
Anlatmak istedim ki, onlara ben bu halle,
"Bir kötünün şerrini, çeker bütün mahalle."
BİZ DE VAKTİYLE GÜZEL YİYECEKLERDİK!
Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ ile sohbet ederken; "Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış." dedi.
Bunun üzerine hazret-i Behlül; "Müsâde ederseniz bir danışayım." dedi. Halîfe; "Kime danışacaksın, kimsen yok ki?" diye cevap verdi. Behlül de; "Ben danışacağım yeri biliyorum." dedi ve oradan ayrıldı. Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi. Behlül huzûra girince, halîfe Hârûn Reşîd ona; "Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevâbı." dedi.
Behlül; "Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil." dedi. Halîfe heybetle; "Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın, haberim oldu." dedi. Behlül de; "Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve;
Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma." dediler. Bu sözlerdeki ince mânâları anlayan Hârûn Reşîd: "Haklısın." deyip düşüncelere daldı.
ÖLÜM BİR NASÎHATTİR
Hârun Reşid devrinde, yaşayan velî bir zât,
Aslen Kûfeliyse de, Bağdat'ta sürdü hayat.
Hârûn Reşîd bu zâtı, kıymetli tutuyordu,
Nasîhatları ile, ferahlık duyuyordu.
Bir gün onu görünce, dedi ki: "Beni dinle,
Görüşmek istiyordum, çok zamandır seninle."
O, oralı olmayıp, etmedi hiç iltifât,
Dedi: "Öyle bir arzu, olmadı bende fakat."
Kızmadı Hârûn Reşîd, cevâbına Behlül'ün,
Dedi: "Biraz nasîhat, etsene bana bu gün."
Buyurdu: "Ey hükümdâr, ne diyeyim ben sana,
Bir şu sarayına bak, bir de şu kabristana.
Bundan ibret almayan, başka neden alır ki,
Ölümden daha büyük, nasihatçı var mı ki?
Ey emîrel müminin, nolacak senin hâlin?
Huzûr-u ilâhîye, çıkarsın sen de yârın.
İşlediğin her işten, soracaklar sana hep,
Onlara verilecek, cevâbın var mı acep?
O gün çıkar meydana, çok perişan olduğun,
Başka ne nasîhati, istiyorsun ey Hârun?"
1) Fevâtü'l Vefâyât; c.1, s.228, 230
2) El-A'lâm; c.2, s.77
3) El-Beyân ve't-Tebyîn; c.2, s.230
4) Tabakâtü'l Kübrâ li'ş-Şa'rânî; c.1, s.68
5) Ravd-ur-Reyyâhîn; s.60
6) Muhâdarât-ül-Ebrâr; s.409
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.137
Eser: Evliyalar Ansiklopedisi
Evliyalar Ansiklopedisi
- TAKDİM
- GİRİŞ
- ABAPÛŞ-İ VELÎ
- ABBÂDÎ
- ABBAS MEHDİ
- ABDİL DEDE
- ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ
- ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ (OSMAN) EL-YUNEYNÎ
- ABDULLAH BİN ABDÜLGANÎ EL-MAKDİSÎ
- ABDULLAH EL-ACEMÎ
- ABDULLAH BİN AVN
- ABDULLAH AYDERÛSÎ
- ABDULLAH BİN HÂZIR
- ABDULLAH HERÂTÎ
- ABDULLAH BİN HUBEYK
- ABDULLAH-I İLÂHÎ
- ABDULLAH-I İSFEHÂNÎ (Kutbüddîn-i İsfehbezî)
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED EL-KAYRAVÂNÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED ES-SEKKÂF
- ABDURRAHMÂN NESÎB EFENDİ
- ABDURRAHMÂN SÂMİ NİYÂZİ
- ABDURRAHMÂN TAFSÛNCÎ
- ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî)
- ABDURRAHMÂN BİN YÛSUF RÛMÎ
- ABDÜLA'LÂ KUREŞÎ
- ABDÜLAZÎZ BEKKİNE
- ABBÂS BİN HAMZA EN-NİŞÂBÛRÎ
- ABDULLAH-I DEHLEVÎ
- ABDULLAH BİN DÎNAR
- ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS
- ABDULLAH BİN EBÛ HUZEYL EL-ANEZÎ
- ABDULLAH EFENDİ (Himmetzâde)
- ABDULLAH-I ENSÂRÎ
- ABDULLAH FAHRİ BABA
- ABDULLAH BİN GÂLİB
- ABDULLAH-I GÜRCİSTÂNÎ
- ABDULLAH HADDÂDÎ
- ABDULLAH EL-HARRÂZ
- ABDULLAH HASÎB YARDIMCI
- ABDULLAH HAYDERÎ
- ABDULLAH BİN HÂZIR
- ABDULLAH EL-KASSÂR
- ABDULLAH MEKKÎ ERZİNCÂNÎ
- ABDULLAH BİN MENÂZİL
- ABDULLAH MENÛFÎ
- ABDULLAH BİN MUHAMMED BİN ABDURRAHMÂN
- ABDULLAH BİN MUHAMMED BÂKİ-BİLLAH
- ABDULLAH BİN MUHAMMED EL-HADRAMÎ
- ABDULLAH BİN MUHAMMED MÜRTEİŞ
- ABDULLAH BİN MÜBÂREK
- ABDULLAH-I ŞEMDÎNÎ
- ABDULLAH-I ŞÜTTÂRÎ
- ABDULLAH İBNİ VEHB
- ABDULLAH YÂFİÎ
- ABDULLAH-I YEMENÎ
- ABDULLAH BİN ZEYD
- ABDURRAHMÂN BİN AHMED (Abdurrahmân-ı Zâz)
- ABDURRAHMÂN BİN ALİ SEKKÂF
- ABDURRAHMÂN ARVÂSÎ
- ABDURRAHMÂN EFENDİ (Zileli)
- ABDURRAHMÂN EFENDİ
- ABDURRAHMÂN-I HARPÛTÎ
- ABDURRAHMÂN MAĞRİBÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MEHDÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED
- ABDURRAHMÂN BİN YÛSUF RÛMÎ
- ABDÜLAZÎZ DEBBAĞ
- ABDÜLAZÎZ DEHLEVÎ
- ABDÜLAZÎZ DÎRÎNÎ
- ABDÜLAZÎZ BİN EBÛ REVVÂD
- ABDÜLBÂKİ EFENDİ
- ABDÜLEHAD
- ABDÜLEHAD NÛRÎ
- ABDÜLEHAD SERHENDÎ
- ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ
- ABDÜLGAFÛR HÂLİDÎ MÜŞÂHİDÎ
- ABDÜLHÂDİ BEDEVÂNÎ
- ABDÜLHAK-I DEHLEVÎ
- ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ
- ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ
- ABDÜLHAKÎM-İ SİYALKÛTÎ
- ABDÜLHÂLIK GONCDÜVÂNÎ
- ABDÜLHAMÎD BIN NECÎB NÛBÂNÎ
- ABDÜLHAMÎD ŞİRVÂNÎ
- ABDÜLHAY
- ABDÜLHAY CELVETÎ
- ABDÜLHAY EFENDİ (Öztoprak)
- ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ
- ABDÜLKÂDİR DEŞTÛTÎ
- ABDÜLKÂDİR DÜCÂNÎ
- ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ
- ABDÜLKÂDİR SIDDÎKÎ
- ABDÜLKÂHİR SÜHREVERDÎ
- ABDÜLKEBÎR EVLİYÂ
- ABDÜLKERÎM KÂDİRÎ
- ABDÜLKERÎM CÎLÎ
- ABDÜLKUDDÛS
- ABDÜLLATÎF CÂMÎ
- ABDÜLLATÎF EFENDİ (Pamuk Kâdı)
- ABDÜLLATÎF KUDSÎ
- ABDÜLMECÎD ŞİRVÂNÎ
- ABDÜLMELİK ET-TABERÎ
- ABDÜLMUGÎS BİN ZÜHEYR
- ABDÜLMU'TÎ EFENDİ
- ABDÜLULÂ
- ABDÜLVÂHİD-İ LÂHORÎ
- ABDÜLVÂHİD BİN MUHAMMED
- ABDÜLVÂHİD BİN ZEYD
- ABDÜLVEHHÂB BUHÂRÎ
- ABDÜLVEHHÂB-I MISRÎ
- ABDÜLVEHHÂB MÜTTEKÎ
- ABDÜLVEHHÂB-I ŞA'RÂNÎ
- ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ
- ABDÜRRAHÎM İSTAHRÎ
- ABDÜRRAHÎM-İ MERZİFONÎ
- ABDÜRRAHÎM TIRSÎ
- ABDÜRREŞÎD SÂHİB FÂRÛKÎ
- ABDÜRREZZÂK ALİ EFENDİ
- ABDÜSSELÂM BİN MEŞÎŞ HASENÎ
- AÇIKBAŞ MAHMÛD EFENDİ
- ÂDEM-İ BENNÛRÎ
- ADİYY BİN MÜSÂFİR
- AHISKALI ABDULLAH EFENDİ
- AHISKALI ALİ HAYDAR EFENDİ
- AHÎ EVRAN
- AHÎ SİNAN
- AHÎ SİRÂC
- AHMED BİN ABDURRAHMÂN ES-SEKKÂF
- AHMED ABDÜLHAK RADULEVÎ
- AHMED EL-ALESÎ
- AHMED BİN ALEVÎ
- AHMED AMİŞ EFENDİ
- AHMED BİN ÂSIM ANTÂKÎ
- AHMED BÂBÂ TENBEKTÎ
- AHMED-İ BEDEVÎ
- AHMED BEHLÜL
- AHMED BERKÎ
- AHMED-İ BÎCÂN
- AHMED CÂHİDÎ EFENDİ
- AHMED CÜZEYRÎ (Cezerî)
- AHMED DEDE
- AHMED DERDÎRÎ
- AHMED DİYOBENDÎ
- AHMED BİN EBÛ BEKR
- AHMED BİN EBÛ BEKR AYDERÛSÎ
- AHMED BİN EBÜ'L-HAVÂRÎ
- AHMED EFLÂKÎ
- AHMED FEYZÎ EFENDİ
- AHMED GAZÂLÎ
- AHMED BİN HADRAVEYH
- AHMED HAMMÂMÎ
- AHMED BİN HANBEL
- AHMED BİN HARB
- AHMED HAZNEVÎ
- AHMED HİLMİ EFENDİ
- AHMED HULÛSİ EFENDİ
- AHMED BİN HÜSEYİN AYDERÛSÎ
- AHMED BİN İBRÂHİM EL-VÂSITÎ
- AHMED BİN İDRÎS
- AHMED BİN İSHAK
- AHMED İZZET EFENDİ
- AHMED KÂBİLÎ
- AHMED KÂDİRÎ
- AHMED KÂRAZÎ DİYÂRIBEKRÎ
- AHMED İBNİ KEMÂL
- AHMED KİHTÛ
- AHMED KUDDÛSÎ
- AHMED KUSEYRÎ
- AHMED MEKKÎ EFENDİ
- AHMED BİN MESRÛK
- AHMED BİN MEVDÛD ÇEŞTÎ
- AHMED BİN MUHAMMED
- AHMED BİN MUHAMMED HÂNÎ EL-ESREM
- AHMED BİN MÛSÂ EL-ACÎL
- AHMED MÜRŞİDÎ EFENDİ
- AHMED NAHLÂVÎ
- AHMED NÂMIKÎ CÂMÎ
- AHMED NECİBÎ
- AHMED NÛBÂNÎ
- AHMED BİN OSMAN ŞERNÛBÎ
- AHMED BİN ÖMER ZEYLA'Î
- AHMED RAÛFÎ
- AHMED RIFÂÎ
- AHMED SAÎD-İ FÂRÛKÎ
- AHMED SÂRBÂN
- AHMED SATÎHA
- AHMED SAYYÂD
- AHMED BİN SELMÂN EN-NECCÂD
- AHMED ES-SENÛSÎ
- AHMED SİYÂHÎ
- AHMED BİN SÜLEYMAN ERVÂDÎ
- AHMED ŞEMSEDDÎN MARMARAVÎ
- AHMED ŞEYBÂNÎ
- AHMED ŞÎRÂNÎ
- AHMED-İ TİCÂNÎ
- AHMED BİN ÜSTÂZÜ'L-A'ZAM
- AHMED BİN YAHYÂ EL-CELÂ
- AHMED YEKDEST CÜRYÂNÎ
- AHMED YESEVÎ
- AHMED EZ-ZÂHİD
- AHMED-İ ZERRÛK
- AHMED BİN ZEYD
- Ahmed Nasihuddîn
- AHMED ZİYÂEDDÎN GÜMÜŞHÂNEVÎ
- AHMEDULLAH
- AHMEDÜ BAMBA
- AHNEF BİN KAYS
- AKBIYIK SULTAN
- AKŞEMSEDDÎN
- ALÂ BİN ZİYÂD
- ALÂEDDÎN ÂBİZÎ
- ALÂEDDÎN ALİ ERDEBİLÎ
- ALÂEDDÎN ALİ ESVED KARAHİSÂRÎ (Kara Hoca)
- ALÂEDDÎN ALİ FENÂRÎ (Alâeddîn Ali bin Yûsuf)
- ALÂEDDÎN-İ ATTÂR
- ALÂEDDÎN GONCDÜVÂNÎ
- ALÂEDDÎN BİN ESAD LÂHORÎ
- ALÂEDDÎN HAREZMÎ
- ALÂEDDÎN KONEVÎ
- ALÂEDDÎN-İ SÂBİR
- ALÂÜDDEVLE SEMNÂNÎ
- ALEVÎ BİN ABDULLAH
- ALEVÎ BİN ALİ
- ALEVÎ BİN MUHAMMED
- ALEVÎ BİN MUHAMMED SÂHİB-ÜD-DEVÎLE
- ALEVÎ BİN ÜSTÂZ-ÜL-A'ZAM
- ALİ BİN ABDULLAH BİN ABBÂS
- ALİ BİN ALEVÎ BİN MUHAMMED
- ALİ BEHÇET EFENDİ
- ALİ BEKKÂ
- ALİ BİN BENDÂR SAYRAFÎ
- ALİ DEDE BOSNEVÎ
- ALİ BİN EBÛ BEKR EL-İDRÎSÎ
- ALİ EFENDİ
- ALİ EFENDİ (Midillili)
- ALİ BİN EMRULLAH
- ALİ BİN FUDAYL
- ALİ FERÂHÎ
- ALİ GÂLİB VASFÎ EFENDİ
- ALİ GAV SULTAN
- ALİ HÂDÎ (Nakî)
- ALİ HÂFIZ
- ALİ EL-HARÎRÎ
- ALİ HAVÂS BERLİSÎ
- ALİ BİN HEYTÎ
- ALİ İSFEHÂNÎ
- ALİ KAZVÂNÎ (Kîzvânî)
- ALİ EL-MASÎSÎ
- ALİ BİN MEYMÛN MAĞRİBÎ
- ALİ BİN MUHAMMED
- ALİ BİN MUHAMMED BİN BEŞŞÂR
- ALİ BİN MÛSÂ FEŞLİ
- ALİ BİN MUSTAFA ÖMERÎ
- ALİ BİN MUVAFFAK
- ALİ MÜTTEKÎ EL-HİNDÎ
- ALİ MÜZEYYEN
- ALİ NÂTİKÎ
- ALİ NEBTÎTÎ
- ALİ OSMAN EFENDİ
- ALİ RÂMİTENÎ
- ALİ RIZÂ
- ALİ RIZÂ ACARA
- ALİ SEMERKANDÎ
- ALİ SİNCÂRÎ
- ALİ ŞEVNÎ
- ALİ BİN ŞİHÂB
- ALİ BİN YAHYÂ GEYLÂNÎ
- ALİ YEŞRÛTÎ
- ALKAME BİN KAYS
- ALVÂN HAMEVÎ
- ALVARLI MUHAMMED LÜTFİ (Efe)
- AMASYALI SEYDÎ HALÎFE
- A'MEŞ (Süleymân bin Mihrân)
- ÂMİR BİN ABDULLAH
- ÂMİR BİN ABDULLAH ANBERÎ
- AMMÂR-I YÂSER
- AMR BİN DÎNÂR
- AMR BİN KAYS EL-MÜLÂÎ
- AMR BİN MEYMÛN EVDÎ
- AMR BİN MÜRRE
- AMR BİN OSMAN MEKKÎ
- AMR BİN UTBE
- ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ
- ARAB BABA
- ARABÎ FEŞTÂLÎ EL-MAĞRİBÎ
- ÂRİF-İ DİKGERÂNÎ
- ÂRİF-İ RİVEGERÎ
- ASLAN BABA
- ASLAN DEDE (Meczûb)
- AŞÇI YAHYÂ BABA
- ÂŞIK EFENDİ
- ÂŞIK PAŞA
- ATÂ BİN EBÛ REBÂH
- ATÂ EFENDİ
- ATÂ EL-EZRAK
- ATÂ BİN MEYSERE EL-HORASÂNÎ
- ATÂ SÜLEYMÎ
- ATÂ BİN YESÂR
- ATÂULLAH (ATÂÎ AHMED) EFENDİ
- ATEŞBÂZ VELÎ
- ATPAZARLI OSMAN FADLI EFENDİ (KUTUP OSMAN)
- AVDAN BABA
- AVN BİN ABDULLAH
- AYDERÛSÎ
- AYDERÛSÎ (Abdullah bin Abdullah)
- AYDERÛSÎ (Abdülkâdir bin Şeyh)
- AYDERÛSÎ (Ebû Muhammed)
- AYDERÛSÎ (Muhammed bin Abdullah)
- AYDERÛSÎ (Şeyh bin Abdullah)
- AYDÎ BABA
- AYNÎ DEDE
- AYN-ÜL-KUDÂT HEMEDÂNÎ
- AYNÜZZEMÂN CEMÂLEDDÎN-İ GEYLÂNÎ
- AYSÂVÎ (Ahmed bin Yûnus ed-Dımeşkî)
- AZERÎ HAMZA BİN ALİ
- AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ
- AZİZ NESEFÎ
- AZZÂZ BİN MÜSTEVDÎ EL-BETÂİHÎ
- BABA HAYDAR SEMERKANDÎ
- BABA NÎMETULLAH NAHÇIVÂNÎ
- BABA TÂHİR URYÂN
- BABA YÛSUF SİVRİHİSÂRÎ
- BABAZÂDE
- BAHRAK (Muhammed bin Ömer)
- BAHRİ DEDE
- BAHŞÎ
- BAHŞÎ HALÎFE
- BÂKILLÂNÎ
- BÂLÎ EFENDİ (Sekrân)
- BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ
- BAYTAZZÂDE HACI ABDULLAH
- BEDÎ'UDDÎN SEHÂRENPÛRÎ
- BEDREDDÎN SERHENDÎ
- BEHÂEDDÎN BUHÂRÎ (Şâh-ı Nakşibend)
- BEHÂEDDÎN KIŞLAKÎ
- BEHÂEDDÎN BİN LÜTFULLAH
- BEHÂEDDÎN MECZÛB EL-KÂDİRÎ
- BEHÂEDDÎN ZEKERİYYÂ (Muhammed bin Kutbüddîn)
- BEHÂEDDÎNZÂDE (Muhyiddîn Muhammed bin Behâeddîn)
- BEHİŞTÎ
- BEHLÜL-İ DÂNÂ
- BEHRULLAH EFENDİ
- BEKÂ BİN BATÛ
- BEKR BİN ABDULLAH MÜZENÎ
- BEKR BİN ÖMER FERSÂNÎ
- BEKR SIDKI VİSÂLİ
- BEKRÎ
- BEKRÎ (Ebü'l-Mekârim)
- BENÂ KUREŞÎ
- BENNÂN EL-HAMMÂL
- BERBEHÂRÎ
- BERDEÎ SULTAN
- BERK
- BEŞİR AĞA (dârüsseâde ağası)
- BEŞİR AĞA
- BEYZÂDE EFENDİ
- BEYZÂDE HACI MEHMED NÛRİ EFENDİ
- BEYZÂDE MUSTAFA AHISKALI
- BİLÂL-İ MA'RİBÎ
- BİLÂL BİN SA'D
- BİRGİVÎ
- BİŞR-İ HÂFÎ
- BİŞR BİN MANSÛR ES-SÜLEYMÎ
- BOSNALI ABDULLAH EFENDİ (Abdullah-ı Rûmî)
- BOSTAN ÇELEBİ
- BOSTANCI BABA
- BUHÂRÎ
- BURHÂNEDDÎN MUHAKKIK TİRMİZÎ
- BURHÂNEDDÎN BİN MUHAMMED EĞRİDİRÎ
- BUSAYRÎ (Muhammed bin Saîd bin Hammâd)
- BÜNDÂR BİN HÜSEYİN ŞİRÂZÎ
- CABBÂR DEDE
- CÂBİR BİN ZEYD
- CÂFER BİN ABDÜRRAHÎM KİLÂÎ
- CÂFER BİN AHMED ES-SERRÂC
- CÂFER-İ HULDÎ
- CÂFER HUZÂ
- CÂFER MEKKÎ
- CÂFER-İ SÂDIK
- CÂFER-İ SÂDIK BİN ALİ AYDERÛSÎ
- CÂFER BİN SÜLEYMÂN DÂBİÎ
- CÂKÎR EL-KÜRDÎ
- CÂRULLAH VELİYYÜDDÎN EFENDİ
- CELÂL ALİ DEDE
- CELÂL TEHÂNİSERÎ
- CELÂLEDDÎN-İ DEVÂNÎ
- CELÂLEDDÎN EBÛ YEZİD PÜRÂNÎ
- CELÂLEDDÎN-İ HİNDÎ (Kutb-i Rabbânî, Kebîr-ül-Evliyâ)
- CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ
- CELÂLEDDÎN TEBRÎZÎ
- CELÂLZÂDE MUSTAFA ÇELEBİ
- CELÂLZÂDE SÂLİH ÇELEBİ
- CEMÂL HALÎFE
- CEMÂLEDDÎN AKSARÂYÎ
- CEMÂLEDDÎN EZHERÎ
- CEMÂLEDDÎN HANSEVÎ
- CEMÂLEDDÎN MAHMÛD HULVÎ
- CEMÂLEDDÎN-İ UŞŞÂKÎ
- CERRÂHZÂDE
- CEVHERE BERÂSİYYE
- CEZÎRÎ
- CEZÛLÎ
- CİHANGİRLİ HASAN EFENDİ
- CÜBEYR BİN NÜFEYR
- CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ
- ÇANDARLI KARA HALİL HAYREDDÎN PAŞA
- ÇELEBİ ABDÜLCELÎL
- ÇELEBİ ÂRİF KÜÇÜK
- ÇELEBİ BUSTAN
- ÇELEBİ CEMÂLEDDÎN
- ÇELEBİ FERRUH
- ÇELEBİ HALÎFE
- ÇELEBİ HÜSÂMEDDÎN
- ÇELEBİ HÜSREV
- ÇERKEZ ŞEYHİ
- ÇIRAĞ-I DEHLİ
- DA'LEC BİN AHMED
- DÂRENDELİ MUHAMMED HİLMİ EFENDİ
- DÂRENDELİ ÖMER RIZÂÎ
- DÂVÛD-İ HALVETÎ
- DÂVÛD-İ İSKENDERÎ
- DÂVÛD-İ KAYSERÎ
- DÂVÛD-İ TÂÎ
- DAYGAM BİN MÂLİK
- DEDE HALÎFE
- DEDE MOLLA
- DEDE ÖMER RÛŞENÎ
- DEDİĞİ SULTAN
- DEHHÂK BİN MÜZÂHİM
- DEHLEVÎ
- DELİ BİRÂDER (Muhammed bin Durmuş)
- DEMİR HOCA
- DEMİRTAŞ MUHAMMEDÎ
- DERVİŞ AHMED SEMERKANDÎ
- DERVİŞ HACI
- DERVİŞ MUHAMMED
- DERYÂ ALİ BABA
- DESTÎNE HÂTUN
- DIRÂR BİN MÜRRE
- DİMİTROFÇALI MUSLİHUDDÎN EFENDİ
- DURSUN FAKİH (Tursun Fakih)