Kitaplar | Yazarlar | İlmihal | Sohbetler | Hutbeler
ALÂEDDÎN-İ ATTÂR
ALÂEDDÎN-İ ATTÂR
Buhârâ'da yetişen en büyük velîlerden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin on altıncısı. İsmi Muhammed bin Muhammed Buhârî, lakabı Alâeddîn'dir. Doğum yılı belli değildir. 1400 (H.802) senesinde Buhârâ'nın Cağanyân nâhiyesinde vefât etti.
Alâeddîn-i Attâr'ın babası, Buhârâ'nın zengin eşrâfından idi. Üç oğlu vardı. Bunlardan büyük oğullarının isimleri; Şehâbeddîn ve Hâce Mübârek'tir. Alâeddîn en küçükleri idi. Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı. Fakat Alâeddîn hiç mîrâs kabûl etmeyip, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî'ye talebe olmayı tercih etti. Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebeliğe kabûl buyrulmasını istirhâm eyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri Alâeddîn'e nazar ettikten sonra;
"Evlâdım bizim yolumuzda çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır. Dünyâyı ve nefsini terketmek vardır. Sen bunları yapabilecek misin?" buyurunca, Alâeddîn derhal;
"Yaparım efendim!" diye cevap verdi.
"Öyleyse bugün bir küfe elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat!" buyurdu. Alâeddîn, soylu ve tanınmış bir âileye mensûb olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldırış etmeden, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend'in huzûruna gelerek;
"Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim." dedi. Behâeddîn-i Buhârî;
"Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın." buyurdu. Alâeddîn; "Peki efendim!" diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı.
Ağabeyleri yanına gelip; "Bizi elâleme rezil etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim, mîrâsından daha fazlasını al, fakat bu işi bırak." dediler. Alâeddîn hiç dinlemeyip elma satmaya devâm etti. Ağabeyleri;
"Mâdem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma, git başka yerde sat!" diye ısrâr ettiler. O yine dinlemedi. Bunun üzerine kendisine pekçok hakâret ederek, dövdüler. Ne var ki, Alâeddîn-i Attâr hiçbir şeye aldırış etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend hazretleri;
"Artık bu iş tamamdır." diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.
Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatır: "Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ve sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp;
"Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?" buyurdu.
"İkrâm sâhibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir." diyerek cevap verdim. Bunun üzerine;
"Bir müddet bekle, işi anlarsın." buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; "Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?" buyurdu. Beyt:
Eğer mâşûktan olmazsa muhabbet âşıka,
Âşığın uğraşması mâşûka kavuşturamaz aslâ.
Alâeddîn-i Attâr talebeliğe kabûl edilince, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Gece-gündüz hiç boşa vakit geçirmeyip, hocasının verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamanda yapmak gayretiyle çalıştı. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi. Hocası Behâeddîn-i Buhârî de onun kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, birgün hanımına;
"Ey hâtun! Kızımız bülûğa erişince bana haber ver." buyurdu. Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâeddîn-i Attâr'ın odasına gitti. Bu sırada Alâeddîn-i Attâr, eski bir hasır üzerinde kitap mütâlaa ediyor, okuyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka bir şeyi yoktu. Behâeddîn-i Buhârî'yi karşısında görünce, hemen ayağa kalktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki:
"Eğer kabûl edersen, evimde yeni bülûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim." Alâeddîn-i Attâr, edeble durumunu arzetti:
"Hakkımda büyük bir lütuf ve saâdet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiçbir şeyim yoktur." Behâeddîn-i Buhârî ise;
"Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allahü teâlânın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!" buyurdu.
Behâeddîn-i Buhârî, talebeleriyle birlikte Alâeddîn'e bir ev yapmak için çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirahat ederken, Alâeddîn-i Attâr hazretleri güneş altında dinlenirdi. Diğer talebeler güneşin Alâeddîn hazretlerine gölge yaptığını hayretle görürlerdi. Alâeddîn-i Attâr hazretleri o hâlde iken Allahü teâlânın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennem'in şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü. Bir ân dahi Allahü teâlâyı unutmaz, kalbinde O'nun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı. Öyle ki, bütün hücreleri cenâb-ı Hakk'ı zikreder; "Allah! Allah!" derdi.
Ev tamamlanınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sâhibi, temiz ve edebli bir kızla evlenmiş oldu. Bu hanımından; Hâce Hasan, Hâce Şehâbeddîn, HâceMübârek, Hâce Alâeddîn isimlerinde oğulları dünyâya geldi.
Behâeddîn-i Buhârî, Alâeddîn'i sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun evliyâlık derecelerinde yükselmelerini sağlardı. Bu durumu birgün talebeleri sorunca, onlara;
"Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturtuyorum. Çünkü nefs, dâimâ pusudadır. Her ân onun hâli ile ilgilenmemin sebebi, onu makamların en yükseğine çıkarmak içindir. Ben onu görünce, Allahü teâlâyı ve O'nun beytini (Beytullah'ı) hatırlarım. Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhâr olur, kavuşur." buyurdu.
Behâeddîn-i Buhârî hayatta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâeddîn-i Attâr'a bırakıp; "Alâeddîn, bizim yükümüzü hafifletti." buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çıkardı.
Alâeddîn-i Attâr, evliyâlık makamlarında ve mârifette, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgilerde o kadar yükseldi ki: "Alâiyye" ismi ile Silsilet-üz-Zeheb'e (en büyük âlimler ve velîler silsilesine) yeni bir şekil verdi. Talebelerin maksadlarına daha çabuk kavuşabilme yolunu keşfedip, o yol ile hedefe varılmasını sağladı. Büyük âlimler;
"Tasavvuf yollarının en yakını "Alâiyye yoludur". Bu yolun esâsı Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî'den, elde edilmesi ise Alâüddîn-i Attâr'dandır." buyurdular.
Buhârâ'da bir takım âlimler arasında, Allahü teâlânın görülüp görülemeyeceğinden konuşulmuştu. Bir kısmı Allahü teâlânın görülebileceğine mümkündür derken diğer bir kısmı mümkün değildir diye ısrar ediyordu. Hepsi de Alâeddîn-i Attâr hazretlerine tam inanan kimselerdi. Bir kısmı gelip, ona meseleyi açıp, siz hakemsiniz, bize doğru yolu gösteriniz dediler. Hâce Alâeddîn onlara;
"Üç gün devamlı bize gelip, tam bir ihlâs ve temiz bir düşünce ile sükût üzere meclisimizde oturun. Ondan sonra hüküm verelim." buyurdu. Onlar da, üç gün, devamlı Hâce Alâeddîn'in sohbetine gelip, sükût üzere oturdular. Üçüncü günün sonunda, onlarda bir hâl ve kendini kaybetme hâsıl olup, dayanamadılar. Yere düşüp yuvarlanmağa başladılar. Kendilerine gelince, kalkıp tam bir tevazû ile;
"Rü'yetin hak olduğuna inandık." deyip, bir daha Hâce Alâeddîn'in hizmet ve huzûrlarından ayrılmadılar.
Alâeddîn-i Attâr anlatır: "Dervişlerden biri, birgün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu.
"Nasıl olduğunu bilmiyorum." dedim. O;
"Ben kalbi, üç günlük ay gibi görüyorum." dedi. Bunu üstâdım ve efendim Şâh-ı Nakşibend hazretlerine anlattım.
"Bu, onun kalbine göredir." buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçtim. Bütün mevcûdâtı, Arş-ı a'lâyı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince;
"Gördüklerini anlat." buyurdu. Anlattım. Bunun üzerine;
"Gönül budur. O dervişin sandığı gibi değil. Allahü teâlâya, kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mahlûkların en üstünü, en şereflisi kalbdir. Kalb, bilinmiyen sırlarla dolu bir âlemdir, her şeyi kendinde bulundurur. Görüldüğü gibi kalb, her şeyden geniş bir latîfedir. Böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlayabilir. Bunun için hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ; "Yere ve göğe sığmam, mü'min kulumun kalbine sığarım." buyurdu. Bu, derin sırlardandır." buyurdu.
"Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emir buyurdu. Gidip, emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzûruna geldim. Yâsîn-i şerîf okumamı istediler. Diğer talebelerle birlikte okumaya başladık. Kendisi de bizimle birlikte okuyordu. Yarısına gelince, nûrlar gözükmeye başladı. Kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.
Bundan sonra Alâeddîn-i Attâr hazretleri zamânında kâmil velîlerin baş tâcı oldu. Halktan olsun, ilim ehlinden olsun irşâd işinde pekçok kimseye doğru yolu göstermede kaynak durumuna geldi. Halkı Hakk'a götüren delillerin en önde gideni idi. Üstünlüğünden yer gök onun aşkını anlatmaya başladı. Yaşadığı asırda İslâmiyeti bütün güzelliği ile kâinâta gösterdi.
Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetlerinde ve çeşitli suâller karşısında buyurdukları kalbe şifâ olan sözlerinden bâzıları şu şekildedir.
Tasavvuf yoluna giren ve bu yolda ilerlemek isteyen sâlikin, talebenin durumu ve yapacağı işler hakkında:
"Bu yola taklîd ederek girenin, birgün hakîkate kavuşacağına kefîl olurum. Hocam Behâeddîn-i Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler. Onları taklîd ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum."
"Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: "Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını anlamalıdır. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh-ı Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; "Bu elbise falan kimsenindir." diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi."
"Şuna inanmalı ki: Hakîkî gâyeye, ancak mürşidin, yol göstericinin, rehberin sevgisi, rızâsı ile erebilir. Bu sebeple, mürşidin rızâsını, sevgisini taleb etmek, müride talebeye düşen başlıca görevdir."
"Müride, bütün işlerini mürşidine bırakmak düşer. Din işlerini, dünyâ işlerini, her çeşit işini mürşidinin tercihine, tedbirine vererek, mürşidi yanında kendisinin aslâ bir tercihi, seçmesi kalmaya.
Kabir ziyâreti hakkında:
"Bir âlimi ve evliyâyı ziyâret etmekten maksad, Allahü teâlâya yönelmektir. O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. Nitekim görünüşte halka tevâzu, hakîkatte Hakk'a tevâzudur. Çünkü insanlara Allahü teâlânın rızâsı için tevâzu göstermek makbûldür, kıymetlidir."
"Sâlih zâtların kabirlerine yakın bulunmanın, iyi yönden çok tesiri vardır. Ancak onların rûhâniyetlerine yönelmek, kabirlerine yakın olmaktan daha iyidir. Zîrâ, iyi tesirin yakınlık, uzaklık ile bir bağlantısı yoktur. Her yer aynıdır. Nitekim, bu mânâda Resûlullah efendimiz; "Her nerede bulunursanız, bana salevât okuyunuz." buyurdu.
Allah adamları ile sohbet hakkında:
"Allahü teâlânın velî kulları ile sohbet etmek öbür âlemin işlerini yürütmeye yarayan aklı artırır."
"Allahü teâlânın velî kullarını hergün, iki günde bir kere görmek bırakılmaması gereken sünnettir. Ama edeple, saygı ile."
Gönülde Allahü teâlânın sevgisini bulundurmak hakkında:
"Bir kimse susup duruyorsa, onun bu hâli, şu üç şeyden boş olmamalıdır. 1. Gönüle kötü duyguların girmesini önlemek, 2. Allahü teâlâyı sessiz sessiz zikretmeyi, anmayı sağlamak, 3. Kalb hallerini gözetmek.
"Gönüle Allahü teâlânın düşüncesinden başkasını koymamaya çalışmak zordur. O gönüle gelen şeyleri tamâmen atıp uzaklaşmak ise, mümkün değildir. Yirmi sene gönlüme bir şey koymamaya çalıştım. Sonra yine geldi. Geldi ama, gönlümde yer bulamadı."
"Amellerin en güzeli, gönülden geçenleri araştırmaktır. İyi mi geliyor, kötü mü geliyor bilmektir."
Seyyîd Şerîf Cürcânî, Muhammed Pârisâ, Yâkûb-i Çerhî gibi âlimler ve velîler, Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin talebesidir. Bunlardan başka pekçok kimseler, onun vâsıtasıyla hidâyete kavuştu, başkalarını yetiştirecek irşâd makamlarına yükseldi.
Vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rüyâ gördü:
"Büyük bir otağ kurulmuş. Otağda Peygamber efendimiz de bulunuyordu. Alâeddîn-i Attâr hazretleri ile hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri girip Peygamber efendimizi görmek istiyorlardı. Bir ara Behâüddîn-i Buhârî içeri girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki:
"Bize, kabrimizin 100 fersah mesâfesine defnedilecek her müslümana şefâat etmemiz ihsân edildi. Alâeddîn-i Attâr'a da 40 fersah mesâfedekilere şefâat ihsân edildi. Bizi sevenlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersah mesâfede olanlar ihsân edildi." (Bir fersah, altı kilometredir.)
Alâeddîn-i Attâr hazretleri vefâtına yakın talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki:
"Birbirinize sığının! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devâm ediniz! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır."
1400 (H.802) senesinde, bel ağrısıyla başlayan bir hastalığa yakalandı. 2 Receb Perşembe günü yatağa yattı.
Talebelerinden Şeyh Safiyyüddîn anlattı:
"Hocam, hayatlarının sonunda ve yakınlarının huzûrunda bu fakîr hakkında buyurdu ki:
"Yirmi yıldan fazla bir zamandırSafiyyüddîn ile aramızda, Allahü teâlânın rızâsı için olan bir dostluk vardır. Elbette bu dostluk bozulmaz." Ben orada olmadığım bir günde; "Ondan râzıyım. Allahü teâlânın Resûlünün, Eshâb-ı kirâmından râzı oldukları gibi." buyurmuşlar."
Alâeddîn-i Attâr, yine vefâtına yakın buyurdu ki:
"Allahü teâlânın inâyeti ve Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin himmeti ile, müsâade edilseydi, bir nazarda bütün insanları vilâyet mertebesine kavuştururdum. En önce Allahü teâlânın ezelî inâyetini görmek ve bundan ümitli olmak lâzımdır. Bundan bir ân gafil kalmamalıdır. Dâimâ muhtâc olduğunu düşünmelidir. Allahü teâlânın küçük bir gadabını çok büyük görmeli, titremeli ve çok korkmalıdır."
Son hastalıklarında, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti ile hayli sohbet etti. Buyurdu ki:
"Dostlar ve azîzler hep gitti. Bazıları da arkalarından gitmek üzeredir. Elbette o âlem, bu âlemden üstündür." Bundan sonra bir ara bahçedeki yeşilliğe gözleri takıldı. Yakınlarından biri;
"Ne güzel sebzelik." deyince;
"Toprak da güzeldir. Bu âleme hiç meylimiz olmamıştır. Dostların gelip bizi bulamayınca, gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur." buyurdu. Receb ayının yirmisine rastlayan Çarşamba gecesi, son nefesinde "Lâ İlâhe illallah Muhammedün Resûlullah" diyerek vefât etti. Vefât ettiği gece, sevenlerinden biri onu rüyâsında gördü. Buyurmuş ki:
"Allahü teâlanın bize verdiği nîmetler ve ihsânlar, yazı ile, söz ile anlatılamaz. Bunlardan en küçüğü şudur ki: Kabrimin kırk fersah uzaklığına defnedilmiş olanların, benim şefâatim ile affolunacağı, magfiret buyurulacağı bildirildi."
SÖKÜP GÖTÜREMEDİ!
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, birgün talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabardığından birçok ağacı kökünden söküp götürüyordu. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri;
"Alâeddîn atla!" buyurdu. Alâeddîn-i Attâr hazretleri, kendini hemen nehrin azgın sularına attı. Sular Alâeddîn'i derhâl yuttu. Diğer talebeler şaşkınlık ve korku içinde idi. Ancak hocalarına da bu işin esrarını soramıyorlardı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, talebeleriyle yoluna devâm ederek kırlarda bir müddet gezdi. Akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine;
"Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?" diye sordu. Talebeler de;
"Bir kişi eksiğimiz var. O da sabahleyin buradan geçerken nehre atlamıştı." dediler. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ellerini nehre uzatarak;
"Alâeddîn gel!" buyurdu. Alâeddîn-i Attâr nehirden çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı.Behâeddîn-i Buhârî, talebelerine buyurdu ki:
"Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâeddîn'in kökü sağlam olduğundan söküp götüremedi."
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.410-983
2) Hadâik-ul-Verdiyye; s.144
3) Nefehât-ül-Üns; s.428
4) Reşehât(Osmanlıca); s.162
5) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.70
6) Makâmât-ı Nakşibendiyye; s.180, 182
8) İrgâm-ül-Merîd; s.60
9) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.166
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.265
11) Risâle-i Kudsiyye; s.118
12) Risâle-i Behâiyye; s.169, 187-188,
Eser: Evliyalar Ansiklopedisi
Evliyalar Ansiklopedisi
- TAKDİM
- GİRİŞ
- ABAPÛŞ-İ VELÎ
- ABBÂDÎ
- ABBAS MEHDİ
- ABDİL DEDE
- ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ
- ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ (OSMAN) EL-YUNEYNÎ
- ABDULLAH BİN ABDÜLGANÎ EL-MAKDİSÎ
- ABDULLAH EL-ACEMÎ
- ABDULLAH BİN AVN
- ABDULLAH AYDERÛSÎ
- ABDULLAH BİN HÂZIR
- ABDULLAH HERÂTÎ
- ABDULLAH BİN HUBEYK
- ABDULLAH-I İLÂHÎ
- ABDULLAH-I İSFEHÂNÎ (Kutbüddîn-i İsfehbezî)
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED EL-KAYRAVÂNÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED ES-SEKKÂF
- ABDURRAHMÂN NESÎB EFENDİ
- ABDURRAHMÂN SÂMİ NİYÂZİ
- ABDURRAHMÂN TAFSÛNCÎ
- ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî)
- ABDURRAHMÂN BİN YÛSUF RÛMÎ
- ABDÜLA'LÂ KUREŞÎ
- ABDÜLAZÎZ BEKKİNE
- ABBÂS BİN HAMZA EN-NİŞÂBÛRÎ
- ABDULLAH-I DEHLEVÎ
- ABDULLAH BİN DÎNAR
- ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS
- ABDULLAH BİN EBÛ HUZEYL EL-ANEZÎ
- ABDULLAH EFENDİ (Himmetzâde)
- ABDULLAH-I ENSÂRÎ
- ABDULLAH FAHRİ BABA
- ABDULLAH BİN GÂLİB
- ABDULLAH-I GÜRCİSTÂNÎ
- ABDULLAH HADDÂDÎ
- ABDULLAH EL-HARRÂZ
- ABDULLAH HASÎB YARDIMCI
- ABDULLAH HAYDERÎ
- ABDULLAH BİN HÂZIR
- ABDULLAH EL-KASSÂR
- ABDULLAH MEKKÎ ERZİNCÂNÎ
- ABDULLAH BİN MENÂZİL
- ABDULLAH MENÛFÎ
- ABDULLAH BİN MUHAMMED BİN ABDURRAHMÂN
- ABDULLAH BİN MUHAMMED BÂKİ-BİLLAH
- ABDULLAH BİN MUHAMMED EL-HADRAMÎ
- ABDULLAH BİN MUHAMMED MÜRTEİŞ
- ABDULLAH BİN MÜBÂREK
- ABDULLAH-I ŞEMDÎNÎ
- ABDULLAH-I ŞÜTTÂRÎ
- ABDULLAH İBNİ VEHB
- ABDULLAH YÂFİÎ
- ABDULLAH-I YEMENÎ
- ABDULLAH BİN ZEYD
- ABDURRAHMÂN BİN AHMED (Abdurrahmân-ı Zâz)
- ABDURRAHMÂN BİN ALİ SEKKÂF
- ABDURRAHMÂN ARVÂSÎ
- ABDURRAHMÂN EFENDİ (Zileli)
- ABDURRAHMÂN EFENDİ
- ABDURRAHMÂN-I HARPÛTÎ
- ABDURRAHMÂN MAĞRİBÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MEHDÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED
- ABDURRAHMÂN BİN YÛSUF RÛMÎ
- ABDÜLAZÎZ DEBBAĞ
- ABDÜLAZÎZ DEHLEVÎ
- ABDÜLAZÎZ DÎRÎNÎ
- ABDÜLAZÎZ BİN EBÛ REVVÂD
- ABDÜLBÂKİ EFENDİ
- ABDÜLEHAD
- ABDÜLEHAD NÛRÎ
- ABDÜLEHAD SERHENDÎ
- ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ
- ABDÜLGAFÛR HÂLİDÎ MÜŞÂHİDÎ
- ABDÜLHÂDİ BEDEVÂNÎ
- ABDÜLHAK-I DEHLEVÎ
- ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ
- ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ
- ABDÜLHAKÎM-İ SİYALKÛTÎ
- ABDÜLHÂLIK GONCDÜVÂNÎ
- ABDÜLHAMÎD BIN NECÎB NÛBÂNÎ
- ABDÜLHAMÎD ŞİRVÂNÎ
- ABDÜLHAY
- ABDÜLHAY CELVETÎ
- ABDÜLHAY EFENDİ (Öztoprak)
- ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ
- ABDÜLKÂDİR DEŞTÛTÎ
- ABDÜLKÂDİR DÜCÂNÎ
- ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ
- ABDÜLKÂDİR SIDDÎKÎ
- ABDÜLKÂHİR SÜHREVERDÎ
- ABDÜLKEBÎR EVLİYÂ
- ABDÜLKERÎM KÂDİRÎ
- ABDÜLKERÎM CÎLÎ
- ABDÜLKUDDÛS
- ABDÜLLATÎF CÂMÎ
- ABDÜLLATÎF EFENDİ (Pamuk Kâdı)
- ABDÜLLATÎF KUDSÎ
- ABDÜLMECÎD ŞİRVÂNÎ
- ABDÜLMELİK ET-TABERÎ
- ABDÜLMUGÎS BİN ZÜHEYR
- ABDÜLMU'TÎ EFENDİ
- ABDÜLULÂ
- ABDÜLVÂHİD-İ LÂHORÎ
- ABDÜLVÂHİD BİN MUHAMMED
- ABDÜLVÂHİD BİN ZEYD
- ABDÜLVEHHÂB BUHÂRÎ
- ABDÜLVEHHÂB-I MISRÎ
- ABDÜLVEHHÂB MÜTTEKÎ
- ABDÜLVEHHÂB-I ŞA'RÂNÎ
- ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ
- ABDÜRRAHÎM İSTAHRÎ
- ABDÜRRAHÎM-İ MERZİFONÎ
- ABDÜRRAHÎM TIRSÎ
- ABDÜRREŞÎD SÂHİB FÂRÛKÎ
- ABDÜRREZZÂK ALİ EFENDİ
- ABDÜSSELÂM BİN MEŞÎŞ HASENÎ
- AÇIKBAŞ MAHMÛD EFENDİ
- ÂDEM-İ BENNÛRÎ
- ADİYY BİN MÜSÂFİR
- AHISKALI ABDULLAH EFENDİ
- AHISKALI ALİ HAYDAR EFENDİ
- AHÎ EVRAN
- AHÎ SİNAN
- AHÎ SİRÂC
- AHMED BİN ABDURRAHMÂN ES-SEKKÂF
- AHMED ABDÜLHAK RADULEVÎ
- AHMED EL-ALESÎ
- AHMED BİN ALEVÎ
- AHMED AMİŞ EFENDİ
- AHMED BİN ÂSIM ANTÂKÎ
- AHMED BÂBÂ TENBEKTÎ
- AHMED-İ BEDEVÎ
- AHMED BEHLÜL
- AHMED BERKÎ
- AHMED-İ BÎCÂN
- AHMED CÂHİDÎ EFENDİ
- AHMED CÜZEYRÎ (Cezerî)
- AHMED DEDE
- AHMED DERDÎRÎ
- AHMED DİYOBENDÎ
- AHMED BİN EBÛ BEKR
- AHMED BİN EBÛ BEKR AYDERÛSÎ
- AHMED BİN EBÜ'L-HAVÂRÎ
- AHMED EFLÂKÎ
- AHMED FEYZÎ EFENDİ
- AHMED GAZÂLÎ
- AHMED BİN HADRAVEYH
- AHMED HAMMÂMÎ
- AHMED BİN HANBEL
- AHMED BİN HARB
- AHMED HAZNEVÎ
- AHMED HİLMİ EFENDİ
- AHMED HULÛSİ EFENDİ
- AHMED BİN HÜSEYİN AYDERÛSÎ
- AHMED BİN İBRÂHİM EL-VÂSITÎ
- AHMED BİN İDRÎS
- AHMED BİN İSHAK
- AHMED İZZET EFENDİ
- AHMED KÂBİLÎ
- AHMED KÂDİRÎ
- AHMED KÂRAZÎ DİYÂRIBEKRÎ
- AHMED İBNİ KEMÂL
- AHMED KİHTÛ
- AHMED KUDDÛSÎ
- AHMED KUSEYRÎ
- AHMED MEKKÎ EFENDİ
- AHMED BİN MESRÛK
- AHMED BİN MEVDÛD ÇEŞTÎ
- AHMED BİN MUHAMMED
- AHMED BİN MUHAMMED HÂNÎ EL-ESREM
- AHMED BİN MÛSÂ EL-ACÎL
- AHMED MÜRŞİDÎ EFENDİ
- AHMED NAHLÂVÎ
- AHMED NÂMIKÎ CÂMÎ
- AHMED NECİBÎ
- AHMED NÛBÂNÎ
- AHMED BİN OSMAN ŞERNÛBÎ
- AHMED BİN ÖMER ZEYLA'Î
- AHMED RAÛFÎ
- AHMED RIFÂÎ
- AHMED SAÎD-İ FÂRÛKÎ
- AHMED SÂRBÂN
- AHMED SATÎHA
- AHMED SAYYÂD
- AHMED BİN SELMÂN EN-NECCÂD
- AHMED ES-SENÛSÎ
- AHMED SİYÂHÎ
- AHMED BİN SÜLEYMAN ERVÂDÎ
- AHMED ŞEMSEDDÎN MARMARAVÎ
- AHMED ŞEYBÂNÎ
- AHMED ŞÎRÂNÎ
- AHMED-İ TİCÂNÎ
- AHMED BİN ÜSTÂZÜ'L-A'ZAM
- AHMED BİN YAHYÂ EL-CELÂ
- AHMED YEKDEST CÜRYÂNÎ
- AHMED YESEVÎ
- AHMED EZ-ZÂHİD
- AHMED-İ ZERRÛK
- AHMED BİN ZEYD
- Ahmed Nasihuddîn
- AHMED ZİYÂEDDÎN GÜMÜŞHÂNEVÎ
- AHMEDULLAH
- AHMEDÜ BAMBA
- AHNEF BİN KAYS
- AKBIYIK SULTAN
- AKŞEMSEDDÎN
- ALÂ BİN ZİYÂD
- ALÂEDDÎN ÂBİZÎ
- ALÂEDDÎN ALİ ERDEBİLÎ
- ALÂEDDÎN ALİ ESVED KARAHİSÂRÎ (Kara Hoca)
- ALÂEDDÎN ALİ FENÂRÎ (Alâeddîn Ali bin Yûsuf)
- ALÂEDDÎN-İ ATTÂR
- ALÂEDDÎN GONCDÜVÂNÎ
- ALÂEDDÎN BİN ESAD LÂHORÎ
- ALÂEDDÎN HAREZMÎ
- ALÂEDDÎN KONEVÎ
- ALÂEDDÎN-İ SÂBİR
- ALÂÜDDEVLE SEMNÂNÎ
- ALEVÎ BİN ABDULLAH
- ALEVÎ BİN ALİ
- ALEVÎ BİN MUHAMMED
- ALEVÎ BİN MUHAMMED SÂHİB-ÜD-DEVÎLE
- ALEVÎ BİN ÜSTÂZ-ÜL-A'ZAM
- ALİ BİN ABDULLAH BİN ABBÂS
- ALİ BİN ALEVÎ BİN MUHAMMED
- ALİ BEHÇET EFENDİ
- ALİ BEKKÂ
- ALİ BİN BENDÂR SAYRAFÎ
- ALİ DEDE BOSNEVÎ
- ALİ BİN EBÛ BEKR EL-İDRÎSÎ
- ALİ EFENDİ
- ALİ EFENDİ (Midillili)
- ALİ BİN EMRULLAH
- ALİ BİN FUDAYL
- ALİ FERÂHÎ
- ALİ GÂLİB VASFÎ EFENDİ
- ALİ GAV SULTAN
- ALİ HÂDÎ (Nakî)
- ALİ HÂFIZ
- ALİ EL-HARÎRÎ
- ALİ HAVÂS BERLİSÎ
- ALİ BİN HEYTÎ
- ALİ İSFEHÂNÎ
- ALİ KAZVÂNÎ (Kîzvânî)
- ALİ EL-MASÎSÎ
- ALİ BİN MEYMÛN MAĞRİBÎ
- ALİ BİN MUHAMMED
- ALİ BİN MUHAMMED BİN BEŞŞÂR
- ALİ BİN MÛSÂ FEŞLİ
- ALİ BİN MUSTAFA ÖMERÎ
- ALİ BİN MUVAFFAK
- ALİ MÜTTEKÎ EL-HİNDÎ
- ALİ MÜZEYYEN
- ALİ NÂTİKÎ
- ALİ NEBTÎTÎ
- ALİ OSMAN EFENDİ
- ALİ RÂMİTENÎ
- ALİ RIZÂ
- ALİ RIZÂ ACARA
- ALİ SEMERKANDÎ
- ALİ SİNCÂRÎ
- ALİ ŞEVNÎ
- ALİ BİN ŞİHÂB
- ALİ BİN YAHYÂ GEYLÂNÎ
- ALİ YEŞRÛTÎ
- ALKAME BİN KAYS
- ALVÂN HAMEVÎ
- ALVARLI MUHAMMED LÜTFİ (Efe)
- AMASYALI SEYDÎ HALÎFE
- A'MEŞ (Süleymân bin Mihrân)
- ÂMİR BİN ABDULLAH
- ÂMİR BİN ABDULLAH ANBERÎ
- AMMÂR-I YÂSER
- AMR BİN DÎNÂR
- AMR BİN KAYS EL-MÜLÂÎ
- AMR BİN MEYMÛN EVDÎ
- AMR BİN MÜRRE
- AMR BİN OSMAN MEKKÎ
- AMR BİN UTBE
- ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ
- ARAB BABA
- ARABÎ FEŞTÂLÎ EL-MAĞRİBÎ
- ÂRİF-İ DİKGERÂNÎ
- ÂRİF-İ RİVEGERÎ
- ASLAN BABA
- ASLAN DEDE (Meczûb)
- AŞÇI YAHYÂ BABA
- ÂŞIK EFENDİ
- ÂŞIK PAŞA
- ATÂ BİN EBÛ REBÂH
- ATÂ EFENDİ
- ATÂ EL-EZRAK
- ATÂ BİN MEYSERE EL-HORASÂNÎ
- ATÂ SÜLEYMÎ
- ATÂ BİN YESÂR
- ATÂULLAH (ATÂÎ AHMED) EFENDİ
- ATEŞBÂZ VELÎ
- ATPAZARLI OSMAN FADLI EFENDİ (KUTUP OSMAN)
- AVDAN BABA
- AVN BİN ABDULLAH
- AYDERÛSÎ
- AYDERÛSÎ (Abdullah bin Abdullah)
- AYDERÛSÎ (Abdülkâdir bin Şeyh)
- AYDERÛSÎ (Ebû Muhammed)
- AYDERÛSÎ (Muhammed bin Abdullah)
- AYDERÛSÎ (Şeyh bin Abdullah)
- AYDÎ BABA
- AYNÎ DEDE
- AYN-ÜL-KUDÂT HEMEDÂNÎ
- AYNÜZZEMÂN CEMÂLEDDÎN-İ GEYLÂNÎ
- AYSÂVÎ (Ahmed bin Yûnus ed-Dımeşkî)
- AZERÎ HAMZA BİN ALİ
- AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ
- AZİZ NESEFÎ
- AZZÂZ BİN MÜSTEVDÎ EL-BETÂİHÎ
- BABA HAYDAR SEMERKANDÎ
- BABA NÎMETULLAH NAHÇIVÂNÎ
- BABA TÂHİR URYÂN
- BABA YÛSUF SİVRİHİSÂRÎ
- BABAZÂDE
- BAHRAK (Muhammed bin Ömer)
- BAHRİ DEDE
- BAHŞÎ
- BAHŞÎ HALÎFE
- BÂKILLÂNÎ
- BÂLÎ EFENDİ (Sekrân)
- BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ
- BAYTAZZÂDE HACI ABDULLAH
- BEDÎ'UDDÎN SEHÂRENPÛRÎ
- BEDREDDÎN SERHENDÎ
- BEHÂEDDÎN BUHÂRÎ (Şâh-ı Nakşibend)
- BEHÂEDDÎN KIŞLAKÎ
- BEHÂEDDÎN BİN LÜTFULLAH
- BEHÂEDDÎN MECZÛB EL-KÂDİRÎ
- BEHÂEDDÎN ZEKERİYYÂ (Muhammed bin Kutbüddîn)
- BEHÂEDDÎNZÂDE (Muhyiddîn Muhammed bin Behâeddîn)
- BEHİŞTÎ
- BEHLÜL-İ DÂNÂ
- BEHRULLAH EFENDİ
- BEKÂ BİN BATÛ
- BEKR BİN ABDULLAH MÜZENÎ
- BEKR BİN ÖMER FERSÂNÎ
- BEKR SIDKI VİSÂLİ
- BEKRÎ
- BEKRÎ (Ebü'l-Mekârim)
- BENÂ KUREŞÎ
- BENNÂN EL-HAMMÂL
- BERBEHÂRÎ
- BERDEÎ SULTAN
- BERK
- BEŞİR AĞA (dârüsseâde ağası)
- BEŞİR AĞA
- BEYZÂDE EFENDİ
- BEYZÂDE HACI MEHMED NÛRİ EFENDİ
- BEYZÂDE MUSTAFA AHISKALI
- BİLÂL-İ MA'RİBÎ
- BİLÂL BİN SA'D
- BİRGİVÎ
- BİŞR-İ HÂFÎ
- BİŞR BİN MANSÛR ES-SÜLEYMÎ
- BOSNALI ABDULLAH EFENDİ (Abdullah-ı Rûmî)
- BOSTAN ÇELEBİ
- BOSTANCI BABA
- BUHÂRÎ
- BURHÂNEDDÎN MUHAKKIK TİRMİZÎ
- BURHÂNEDDÎN BİN MUHAMMED EĞRİDİRÎ
- BUSAYRÎ (Muhammed bin Saîd bin Hammâd)
- BÜNDÂR BİN HÜSEYİN ŞİRÂZÎ
- CABBÂR DEDE
- CÂBİR BİN ZEYD
- CÂFER BİN ABDÜRRAHÎM KİLÂÎ
- CÂFER BİN AHMED ES-SERRÂC
- CÂFER-İ HULDÎ
- CÂFER HUZÂ
- CÂFER MEKKÎ
- CÂFER-İ SÂDIK
- CÂFER-İ SÂDIK BİN ALİ AYDERÛSÎ
- CÂFER BİN SÜLEYMÂN DÂBİÎ
- CÂKÎR EL-KÜRDÎ
- CÂRULLAH VELİYYÜDDÎN EFENDİ
- CELÂL ALİ DEDE
- CELÂL TEHÂNİSERÎ
- CELÂLEDDÎN-İ DEVÂNÎ
- CELÂLEDDÎN EBÛ YEZİD PÜRÂNÎ
- CELÂLEDDÎN-İ HİNDÎ (Kutb-i Rabbânî, Kebîr-ül-Evliyâ)
- CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ
- CELÂLEDDÎN TEBRÎZÎ
- CELÂLZÂDE MUSTAFA ÇELEBİ
- CELÂLZÂDE SÂLİH ÇELEBİ
- CEMÂL HALÎFE
- CEMÂLEDDÎN AKSARÂYÎ
- CEMÂLEDDÎN EZHERÎ
- CEMÂLEDDÎN HANSEVÎ
- CEMÂLEDDÎN MAHMÛD HULVÎ
- CEMÂLEDDÎN-İ UŞŞÂKÎ
- CERRÂHZÂDE
- CEVHERE BERÂSİYYE
- CEZÎRÎ
- CEZÛLÎ
- CİHANGİRLİ HASAN EFENDİ
- CÜBEYR BİN NÜFEYR
- CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ
- ÇANDARLI KARA HALİL HAYREDDÎN PAŞA
- ÇELEBİ ABDÜLCELÎL
- ÇELEBİ ÂRİF KÜÇÜK
- ÇELEBİ BUSTAN
- ÇELEBİ CEMÂLEDDÎN
- ÇELEBİ FERRUH
- ÇELEBİ HALÎFE
- ÇELEBİ HÜSÂMEDDÎN
- ÇELEBİ HÜSREV
- ÇERKEZ ŞEYHİ
- ÇIRAĞ-I DEHLİ
- DA'LEC BİN AHMED
- DÂRENDELİ MUHAMMED HİLMİ EFENDİ
- DÂRENDELİ ÖMER RIZÂÎ
- DÂVÛD-İ HALVETÎ
- DÂVÛD-İ İSKENDERÎ
- DÂVÛD-İ KAYSERÎ
- DÂVÛD-İ TÂÎ
- DAYGAM BİN MÂLİK
- DEDE HALÎFE
- DEDE MOLLA
- DEDE ÖMER RÛŞENÎ
- DEDİĞİ SULTAN
- DEHHÂK BİN MÜZÂHİM
- DEHLEVÎ
- DELİ BİRÂDER (Muhammed bin Durmuş)
- DEMİR HOCA
- DEMİRTAŞ MUHAMMEDÎ
- DERVİŞ AHMED SEMERKANDÎ
- DERVİŞ HACI
- DERVİŞ MUHAMMED
- DERYÂ ALİ BABA
- DESTÎNE HÂTUN
- DIRÂR BİN MÜRRE
- DİMİTROFÇALI MUSLİHUDDÎN EFENDİ
- DURSUN FAKİH (Tursun Fakih)