Kitaplar | Yazarlar | İlmihal | Sohbetler | Hutbeler
ÇIRAĞ-I DEHLİ
ÇIRAĞ-I DEHLİ
Hindistan'da yetişen Çeştiyye yolunun büyük velîlerinden. İsmi Mahmûd, lakabı Nasîrüddîn'dir. Sülâlesi Horasan'dan gelip Hindistan'a yerleşmişti. Bâzı kaynaklara göre İmâm-ı Hüseyin'in bâzı kaynaklara göre de hazret-i Ömer bin Hattâb'ın neslinden olduğu bildirilmektedir. Doğum yeri hakkında değişik rivâyetler vardır. Hindistan'ın Uttar Pradeş eyâletindeki Ayodin veya Bane Banki'de doğduğu zannedilmektedir. Doğum târihi belli değildir.
Çırağ-ı Mahmûd, dokuz yaşında iken babasını kaybetti. Yetiştirilmesini annesi üzerine aldı. Küçük yaşta mânevî ilimlere ve dînî vecîbelere ilgi duyar, namazlarını cemâatle vaktinde kılmaya titizlikle dikkat ederdi.Kâdı Muhyiddîn Kâşânî'den Bezûdî adlı eseri,Allâme Kerîm Şirvânî'den ise Hidâye'yi okudu. Allâme Kerîm Şirvânî'nin vefâtından sonra Mevlânâ İftihârüddîn Muhammed Geylânî'den ilim öğrendi. 25 yaşında dünyâ ile alâkasını kesti. Avaz ormanlarında sekiz yıl berâberce uzlet çektikleri akadaşı ile nefsine karşı çetin mücâdele yaptı. Bu zaman zarfında gündüzleri oruç tuttu ve iftarını ormandaki otlarla açtı. 40 yaşında Dehli'ye gitti ve Nizâmüddîn Evliyâ hazretlerinin talebeleri arasına katıldı. Bir gün Nizâmüddîn Evliyâ, dergâhının üst katındaki odasından inerken, bir ağaç gölgesinde, ümitsiz bir vaziyette duran Nasîruddîn Mahmûd'u fark etti. Yanına çağırtıp, hâl ve hatırını sordu. Kendini tanıttıktan sonra, Nasîruddîn Mahmûd; "Efendim, buraya sâlihlerin ve velîlerin ayakkabılarını tâmir etmek için geldim." dedi. Bu tek cümle, onun mütevâzî karakterini ve mânevî yükselmeye müsâid olmasını ortaya koyduğu gibi, Nizâmüddîn Evliyâ'nın himmetini kazanmasına yetti. Nizâmüddîn Evliyâ, kendi hocası ile arasında geçen bir olayı hatırladı ve ona bunu şöyle anlattı: "Ben, hocam Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in yanında iken, bir gün ders arkadaşlarımdan biri bana geldi ve beni, yamalı, eski bir elbiseyle görünce; "Nizâmüddîn, sen buraya geleli ne kadar oldu ki bu haldesin? Bu şehirde ilim okutsan, dünyâlık bakımından bir sıkıntın olmaz." dedi. Ben, onun bu sözüne hiç cevap vermedim ve oradan ayrılarak, doğruca hocamın huzûruna gittim. Hocam bana; "Nizâmüddîn! Eğer arkadaşlarından bir kimse gelir ve sana; "Senin bu hâlin nedir? Rahatlık ve bolluk temin eden ilim öğretmeyi niçin terk eyledin?" derse, ne cevap verirsin." buyurdu. Ben de; "Siz ne emrederseniz, onu söylerim." dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
Gittiğim yoldan git demen, arkadaşlık değildir.
Mutluluk sana olsun, benim boynum eğiktir.
Sonra yemek hazırlanmasını emir buyurdu. Yemek hazırlanınca bana; "Nizâmüddîn! Bu sofrayı başına al, o arkadaşının olduğu yere götür." buyurdu. Ben de söylenileni yaptım. O arkadaşım bu hâle şaşırarak; "Bu sohbet ve bu hal sana mübârek olsun." dedi.
Nizâmüddîn Evliyâ, hocası ile arasında geçen olayı anlattıktan sonra, ona, riyâzet ve mücâhedede bulunmasını emretti. Nasîruddîn Mahmûd bundan sonra günlerce bir şey yemedi. Ekseriyetle, arzu ve istekleri fazlalaştığında, meyve suyu içerdi.
Nasîruddîn Mahmûd hocasına çok bağlıydı. Bir gün Hâce Behâüddîn Zekeriyyâ'nın talebelerinden Hâce Muhammed Kâzerûnî, Nizâmüddîn Evliyâ'nın dergâhında müsâfir olarak bulunuyordu. Bir gece Muhammed Kâzerûnî teheccüd namazı için uyanmış ve paltosunu mescide bırakıp, abdest almaya gitmişti. Fakat dönüşte paltosunu yerinde bulamadı. Kızgınlıkla bağırmaya başladı. Nasîruddîn Mahmûd bu gürültüden şaşkına dönüp, gecenin bu ilerlemiş saatinde Nizâmüddîn Evliyâ'nın bu seslerden rahatsız olacağını düşünerek, Muhammed Kâzerûnî'nin kızgınlığının geçmesi için, hemen paltosunu çıkarıp ona verdi. Ertesi sabah, olup bitenler Nizâmüddîn Evliyâ'ya anlatılınca, Nasîruddîn Mahmûd'u yanına çağırdı ve ona yeni bir elbise hediye ederek, duâ etti.
Nasîruddîn Mahmûd, bir süre hocasının yanında kaldıktan sonra, izin alıp annesinin yanına gitti. Fakat halkın, sohbetlerine çok rağbet etmesi sebebiyle, fazla meşgûl edildiğinden, günlük husûsî vazîfelerini yapamaz hâle geldi. Bu durumu ve izin verirlerse gönül huzûru ile ibâdetle meşgûl olmak için sahrâlara gitmek istediğini Nizâmüddîn Evliyâ ile çok yakınlığı bulunan Emir Hüsrev vâsıtasıyla hocasına arz etti. Emir Hüsrev, her gün yatsıdan sonra Nizâmüddîn Evliyâ'nın huzûruna gider, o gün herhangi bir durum olduysa onu arz ederdi. İşte bu sırada, Nasîruddîn Mahmûd'un isteğini arz etmişti. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ ona şu haberi gönderdi: "Allahü teâlânın kulları arasında kalmalı ve onların sıkıntılarına sabır ve müsâmaha göstermelisin. Bunun mükâfâtını göreceksin. Her insan, bir işe uygun olarak yaratılmıştır. O yüzden, talebelerimin bâzısının sessiz oturmalarını, kapılarını dünyâya kapamalarını öğretirken, bâzılarının dünyâya düşkün insanlar arasında kalmalarını, sıkıntılarına tahammül etmelerini, onlarla iyi geçinmelerini tavsiye ederim. Zîrâ bu, peygamberlerin ve velîlerin yoludur." Nasîruddîn Mahmûd, bu emir üzerine Avaz'da insanlar arasında kalmaya devâm etti. Zaman zaman hocasını ziyârete ve ondan feyz almaya Dehli'ye giderdi. Annesinin vefâtından sonra Avaz'dan ayrıldı ve hocasının dergâhında kalmaya başladı. Hocası Nizâmüddîn Evliyâ'nın vefâtından sonra ise, bugün kabrinin bulunduğu ve Çırâğ-ı Dehli olarak bilinen mahalle yerleşti. Nizâmüddîn Evliyânın halîfelerinin en büyüğü ve mânevî hallerin vârisiydi. Nizâmüddîn Evliyâ'nın vefâtından sonra insanları Allahü teâlânın râzı olduğu yolda hizmet ve rehberlik vazîfesi ona geçti. Hocasına çok bağlıydı. Nizâmüddîn Evliyâ gibi onun yolu da; fakirlik, sabır, Allahü teâlâdan gelene rızâ gösterip hoşnûd olmak ve teslimiyetti.
Nasîruddîn Mahmûd'a Çırağ lakabının verilmesi şöyle anlatılır: Nizâmüddîn Evliyâ'nın dergâhında, birçok ileri gelen âlim toplanmıştı. Nasîruddîn Mahmûd, toplantıya biraz geç gelmişti. Nizâmüddîn Evliyâ ona yer göstererek, oturmasını söyledi. Nasîrüddîn Mahmûd ise; "Efendim, oturursam, bu muhterem cemâate sırtımı dönmüş olurum." dedi. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ; "Çırağın ve kandilin önü, ardı yoktur." buyurdu. Yâni lambanın ne yüzü, ne de arkası vardır. O, ışıklarını her yöne saçar, ondan sonra Nasîruddîn Mahmûd bütün talebeler arasında "Çırağ" adıyla anıldı ve bu lakab ile meşhûr oldu.
Diğer bir rivâyet ise şöyledir: "Nizâmüddîn Evliyâ'nın dergâhının su ihtiyâcını karşılayacak bir sarnıç inşâ edilmekte idi. Gece yapılan bu işi aksatmak için, Sultan Gıyâsüddîn Tuğluk, yağ gönderilmesini durdurdu. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ'nın emri ile Nasîruddîn Mahmûd dereden su getirip, kandillere koydu. Su, yağ gibi yandı. Bundan sonra ona Çırağ lakabı verildi."
Nasîruddîn Mahmûd, fakirlik içinde yaşardı. Üst üste hiçbir şey yemeden, iki gün oruç tuttuğu olurdu. Kendisini ziyârete gelen olursa; hocasının kıymetli cübbesini giyer, onları öyle karşılardı. Onlar gidince cübbeyi çıkarır, eski elbiselerini tekrar giyerdi. Hâli vakti iyi olduğu zamanlarda, kendisi her gün oruçlu olur, müsâfirleri ile talebelerine lezzetli yemekler ikrâm ederdi. Müsâfirlerine bizzât hizmet etmekten zevk duyar ve onlar yerken tatlı tatlı anlatırdı. Bir gün sofrada şöyle buyurdu: "Yemek sırasında insan, Allahü teâlânın kendisini gördüğünü düşünmeli, O'nun rızâsı için yemeli ve yemekten aldığı enerjiyi, Allahü teâlânın rızâsına hasretmelidir."
Bir gün yine Nasîruddîn Mahmûd, lezzetli yemeklerle bir ziyâfet veriyordu. Bu ziyâfet sırasında şu hikâyeyi anlattı: "Derviş'in biri, Şeyh Ebû Saîd hazretlerini görmeye gitmişti. Şeyhin debdebeli çadırını, ipekten iplerini, altından kazıklarını gören derviş şaşkına döndü. Şeyh Ebû Saîd gibi büyük bir velînin, bu lüksünü anlayamadı. Ebû Saîd hazretleri, dervişin aklından geçenleri anlayıp, durumu şöyle açıkladı: "Ey derviş, çadırımızın bu altın çubuklarını kalbimize çakmadık, onları yere çaktık. Bu dünyâ, senin gölgene benzer, yüzünü güneşe dönersen, gölgen arkada kalır. Eğer sırtını güneşe dönersen, güneş arkada kalır."
Hâce Kıvâmüddîn, Nasîruddîn Mahmûd'un talebelerinden idi. Sultânın hizmetinde bulunuyordu. Bir müddet sonra sebepsiz yere saraydaki vazîfesinden atıldı. İşsiz kalınca, arkadaşları, akrabâları ve yakınları ondan yüz çevirdiler. Pazara eşyâsını satmaya çıktığında, kimse alıcı olmadı. Sonunda çâresiz kalıp, yardım istemek için hocasına gitti. Daha sıkıntısını dile getirmeden, Nasîruddîn Mahmûd cevap olarak şu kıt'ayı okudu:
"Dünyâ fânidir, ondan vazgeçmek iyidir.
Az veya çok, rızkın ne ise, yaradandan gelir.
Malını almıyorlarsa, satmamak daha iyidir.
Eğer seni dinlemezlerse susmak daha iyidir."
Sultan Tuğluk, ilim sâhibi bir zât olmasına rağmen Nasîruddîn Mahmûd'a eziyet ederdi. Sefer ve yolculuklarında onu da berâber götürürdü. Bir kere onu kendi elbiselerine bekçi yapmıştı. Nasîruddîn Mahmûd bütün bunlara, hocasının sabır tavsiyesine uyarak tahammül edip katlanıyordu. Yine bir gün Sultan Tuğluk, Çırağ-ı Dehli'ye altın ve gümüş kaplar içerisinde yemek gönderdi. Bu şekilde yemek göndermesi, şeyhe eziyet ve sıkıntı vermek maksadı ile idi. Çünkü, eğer gönderdiğim yemeği yemezse ona eziyet ederim. Yerse altın ve gümüş kaptan yedin bu sebeple dînin emrine uymadın derim, düşüncesindeydi. Nasîruddîn Çırağ yemek gelince bir şey demedi. Et bulunan altın kâseden biraz alıp önce eline koydu. Sonra elinden alıp yedi. Böylece hem sultanın emrine muhâlefet edip kendisini tehlikeye atmamış, hem de dînin emrine uymayan haram bir işi yapmamış oldu. Bu sûretle sultanın kötü plânı Allahü teâlânın izniyle bozuldu.
Sultan Tuğluk'un ölümünden sonra Fîrûz Şahın başa geçmesi sırasında Çırağ-ı Dehli ondan tebeasına âdil davranması konusunda söz vermesini istedi. Yoksa Allahü teâlâya, millete başka âdil bir sultan vermesi için duâ edeceğini söyledi. Fîrûz Şahın âdil davranmaya söz vermesi üzerine Nasîruddîn Çırağ; "Eğer halkına sevgi ve adâletle davranırsan, biz de Allahü teâlâdan sana 40 yıllık bir hükümdârlık nasîb etmesini duâ ederiz. Gerçekten de hükümdarlığı 40 sene sürdü.
Bir gün Dehli'deki Cahri pazarına tâyin olan müfettiş, Nasîruddîn Mahmûd'un talebesiydi. Vazîfeye başlamasından sonra hocası; "Senin bir seyyid olman sebebiyle, özellikle Peygamber efendimize uyman ve o yolda bulunman uygundur. Peygamber efendimiz ve Allahü teâlâ tarafından yasak edilenlerden kaçınmalısın. Alış-verişte yalan söylememelisin. Eğer bir malı 5 dînara satın almışsan, satarken müşteriye 6 dînara satın aldım diye söylememelisin. Böyle şeylerle rahata erişilmez. Doğruluk hiç zarar vermez. Az bir kâra rızâ gösteren kimsenin zenginliği artar. O da nasıl arttığına şaşıp kalır." buyurdu.
Bir çiftçi; Çırağ-ı Dehlevî'yi ziyârete gelmişti. Onun bu ziyâretinden çok memnun olan Nasîruddîn Çırağ; "Çiftçilik saygı değer bir meslektir ve pekçok Allah adamı bu meslekle hayâtını kazanmaktadır." dedikten sonra şöyle nasîhatta bulundu: "Tarlayı sürerken, kalple ve dille Allahü teâlâyı hatırla. Bu senin tohumdan iyi hasat almanı sağlayacaktır. İyi niyet olmadan, hiç bir işe başlamamalıdır. Eğer bir kimse, başkaları namaz kılıyor diye, namaz kılarsa, kulların beğenmesi için kılınan namazı Allahü teâlâ kabûl etmez."
Nasîruddîn Mahmûd'a; "Dervişlerde görülen haller nasıl meydana gelmektedir?" diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Hal, doğru amellerin netîcesindendir. Amel iki kısımdır. Biri beden ile olan amel olup, herkesin mâlumudur. Diğeri kalbin amelidir. Buna "murâkabe" denir. Murâkabe, kalbinde Allahü teâlânın seni gördüğü ve sana baktığı düşüncesini dâimâ bulundurmandır. Önce nûrlar, rûhlara iner. Sonra onun eseri kalplerde, ondan sonra bedende, âzâlarda zâhir olur. Beden ve âzâlar kalbe tâbidir. Kalp harekete gelince, beden de hareketlenir. Eğer derviş aç uyur, gece yarısında kalkar, ibâdetle meşgûl olur ve kalbini hiçbir şeye bağlamazsa, nûrların rûhlara inişini görür. İsterse şimdi bir kimse gitsin kalbinden bütün düşünceleri çıkarsın, mücâhedeyi seçsin bu haller ona hâsıl olur. Bunda şüphe yoktur." Sonra şu beyi okudu:
"Eğer kusur varsa, oluyor gözden.
Yoksa yârim gizli değil kimseden."
Sultanın memurlarından olan bir talebesine şöyle buyurdu: "Bilmelisin ki, evindeki atların, hizmetçilerin, dînarların ve dirhemlerin bir gün senden alınacak. O halde, ilâhî irâde ile elinden alınacak şeyler için niçin endişe ediyorsun? Onlar için endişe etmek faydasız değil mi? Ebedî olan şeyler için endişe etmelisin. Gözlerimizin önünden kimlerin geçtiğini ve onlardan kaç tânesinin göçüp gittiğini iyice düşünmelisin. Onlar bizden öndeydiler ve bizden önde gittiler."
Nasîruddîn Mahmûd Çırağ, huzûruna gelen herkese namazı zamânında ve cemâatle kılmasını tavsiye ederdi. Kendisi de çocukluğundan îtibâren bu husûsa çok dikkat ederdi. Namazın faydalarını, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden ilgili yerleri okuyarak anlatırdı. "Hayâtımız iki önemli şeye dayanır. Bunlar: Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin emirlerini yapmak, O'nların yasak ettiklerinden kaçmaktır." buyururdu.
Çırağ-ı Dehli bir sohbetlerinde şöyle buyurdu: "Mübtedî yâni işe yeni başlayan, vakit sâhibidir. Vakit sâhibi, içinde bulunduğu vakti bir daha ya bulurum, ya bulamam deyip, vaktini fırsat bilip, değerlendiren, onu farzları yerine getirdikten sonra, Kur'ân-ı kerîm okumak, nâfile namaz kılmak, Allahü teâlâyı anıp hatırlamakla geçiren kimsedir. İşte, tasavvuf yolunda ilerleyen kimse böyle vakitlerini muhâfaza ve mâmur ederse, hal sâhibi olması umulur. Mânevî ilimlere ve hallere böyle gayretler, çalışmalar netîcesinde kavuşulur."
Nasîruddîn Mahmûd'un vefâtı yaklaştığı sırada, en sevdiği talebesi Mevlânâ Zeynüddîn Ali, hocasının yerine mânevî bir halef tâyin edilmesi zarûretini hissederek, hocasına şu şekilde arz etti: "Efendim! Talebeleriniz arasında kıymetliler vardır. Onlardan birini mânevî halîfeniz olarak tâyin ederseniz, bu yolun eski âdet ve gelenekleri, şimdiye kadar olduğu gibi, devâm etmiş olur." Bu teklif üzerine Nasîruddîn Mahmûd, Mevlânâ Zeynüddîn'den bu vazîfe için uygun bulduğu talebelerin listesini kendisine getirmesini söyledi. Mevlânâ Zeynüddîn Ali, talebeleri birinci, ikinci ve üçüncü derece olarak üç sınıf hâlinde seçerek hazırladığı listeyi hocasına arzetti. Bu isimleri gözden geçirdikten sonra, Nasîrüddîn Mahmûd; "Şüphesiz bunlar, dînini sevenlerdir. Fakat korkarım ki, hiç birisi diğerinin yükünü omuzlarında taşıyamazlar." buyurdu. Bu açıkca, verilen listeye hayır mânâsında bir cevaptı. Gerçekten öyle oldu. Hocasından kendisine geçen bu yolun emânetlerini kimseye vermedi ve kendisinde götürdü.
Nasîruddîn Mahmûd Çırağ, 1356 (H.757) senesi Ramazan-ı şerîf ayının on sekizinde vefât etti. Büyük bir kalabalık tarafından kılınan cenâze namazından sonra Dehli dışına defnedildi. Kabri üzerine türbe yapıldı. Türbe her gün çok sayıda kimse tarafından ziyâret edilmektedir.
GERÇEK SULTAN
Bir gün Nasîruddîn Mahmûd'u, Dehli sultanı zorla Tedted tarafına götürdü. Nârnûl yoluna girdiler. Nârnûl'a yaklaşınca Nasîruddîn Mahmûd bineğinden indi ve Şeyh Muhammed Türk'ün türbesine yöneldi. Bahçenin içinde kabre karşı bir taş vardı. Bir süre o taşa doğru ayakta durdu. Sonra Muhammed Türk'ün kabrine yöneldi ve ziyâret etti. Ziyâret bitince, orada bulunanlar; "Önce taşa dönmenizin sırrı neydi?" diye sordular, o da; "Ben Resûl-i ekremin rûhâniyetini bu taşın üstünde gördüm ve gördüğüm müddetçe oraya baktım. Resûl-i ekremin rûhâniyeti oradan kaybolunca, şeyhin türbesine girdim." diye cevap verdi. Bundan sonra Nasîruddîn Mahmûd bir müddet murâkabeye daldı. Sonunda başını kaldırıp; "Kimin zor bir işi olursa, gelsin bu türbeye yönelsin. Umulur ki, Allahü teâlâ bu büyük zâtın sebebiyle zorluğu kolayca hallolur." buyurdu. Orada bulunanlardan biri; "Bugün siz bir zorlukla mı karşılaşmıştınız?" diye sorunca; "İşte bunun için söylüyorum. Hak teâlâ, benim müşkilâtımı, bu zâtın bereketiyle kolay eyledi." buyurdu. Nârnûl'dan üç konak gitmemişti ki, sultan hal' edildi ve Nasîrüddîn Mahmûd rahatça Dehli'ye döndü.
1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.86
2) The big five of India in Sufism; s.178
3) Sefînet-ül-Evliyâ; s.100
4) Persian Literatur; c.1, s.942
5) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.353
6) Nüzhet-ül-Havâtır; c.1, s.37
7) Siyer-ül-Ârifîn; No: 12
8) Heft İklim; No: 402
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.341
Eser: Evliyalar Ansiklopedisi
Evliyalar Ansiklopedisi
- TAKDİM
- GİRİŞ
- ABAPÛŞ-İ VELÎ
- ABBÂDÎ
- ABBAS MEHDİ
- ABDİL DEDE
- ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ
- ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ (OSMAN) EL-YUNEYNÎ
- ABDULLAH BİN ABDÜLGANÎ EL-MAKDİSÎ
- ABDULLAH EL-ACEMÎ
- ABDULLAH BİN AVN
- ABDULLAH AYDERÛSÎ
- ABDULLAH BİN HÂZIR
- ABDULLAH HERÂTÎ
- ABDULLAH BİN HUBEYK
- ABDULLAH-I İLÂHÎ
- ABDULLAH-I İSFEHÂNÎ (Kutbüddîn-i İsfehbezî)
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED EL-KAYRAVÂNÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED ES-SEKKÂF
- ABDURRAHMÂN NESÎB EFENDİ
- ABDURRAHMÂN SÂMİ NİYÂZİ
- ABDURRAHMÂN TAFSÛNCÎ
- ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî)
- ABDURRAHMÂN BİN YÛSUF RÛMÎ
- ABDÜLA'LÂ KUREŞÎ
- ABDÜLAZÎZ BEKKİNE
- ABBÂS BİN HAMZA EN-NİŞÂBÛRÎ
- ABDULLAH-I DEHLEVÎ
- ABDULLAH BİN DÎNAR
- ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS
- ABDULLAH BİN EBÛ HUZEYL EL-ANEZÎ
- ABDULLAH EFENDİ (Himmetzâde)
- ABDULLAH-I ENSÂRÎ
- ABDULLAH FAHRİ BABA
- ABDULLAH BİN GÂLİB
- ABDULLAH-I GÜRCİSTÂNÎ
- ABDULLAH HADDÂDÎ
- ABDULLAH EL-HARRÂZ
- ABDULLAH HASÎB YARDIMCI
- ABDULLAH HAYDERÎ
- ABDULLAH BİN HÂZIR
- ABDULLAH EL-KASSÂR
- ABDULLAH MEKKÎ ERZİNCÂNÎ
- ABDULLAH BİN MENÂZİL
- ABDULLAH MENÛFÎ
- ABDULLAH BİN MUHAMMED BİN ABDURRAHMÂN
- ABDULLAH BİN MUHAMMED BÂKİ-BİLLAH
- ABDULLAH BİN MUHAMMED EL-HADRAMÎ
- ABDULLAH BİN MUHAMMED MÜRTEİŞ
- ABDULLAH BİN MÜBÂREK
- ABDULLAH-I ŞEMDÎNÎ
- ABDULLAH-I ŞÜTTÂRÎ
- ABDULLAH İBNİ VEHB
- ABDULLAH YÂFİÎ
- ABDULLAH-I YEMENÎ
- ABDULLAH BİN ZEYD
- ABDURRAHMÂN BİN AHMED (Abdurrahmân-ı Zâz)
- ABDURRAHMÂN BİN ALİ SEKKÂF
- ABDURRAHMÂN ARVÂSÎ
- ABDURRAHMÂN EFENDİ (Zileli)
- ABDURRAHMÂN EFENDİ
- ABDURRAHMÂN-I HARPÛTÎ
- ABDURRAHMÂN MAĞRİBÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MEHDÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED
- ABDURRAHMÂN BİN YÛSUF RÛMÎ
- ABDÜLAZÎZ DEBBAĞ
- ABDÜLAZÎZ DEHLEVÎ
- ABDÜLAZÎZ DÎRÎNÎ
- ABDÜLAZÎZ BİN EBÛ REVVÂD
- ABDÜLBÂKİ EFENDİ
- ABDÜLEHAD
- ABDÜLEHAD NÛRÎ
- ABDÜLEHAD SERHENDÎ
- ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ
- ABDÜLGAFÛR HÂLİDÎ MÜŞÂHİDÎ
- ABDÜLHÂDİ BEDEVÂNÎ
- ABDÜLHAK-I DEHLEVÎ
- ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ
- ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ
- ABDÜLHAKÎM-İ SİYALKÛTÎ
- ABDÜLHÂLIK GONCDÜVÂNÎ
- ABDÜLHAMÎD BIN NECÎB NÛBÂNÎ
- ABDÜLHAMÎD ŞİRVÂNÎ
- ABDÜLHAY
- ABDÜLHAY CELVETÎ
- ABDÜLHAY EFENDİ (Öztoprak)
- ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ
- ABDÜLKÂDİR DEŞTÛTÎ
- ABDÜLKÂDİR DÜCÂNÎ
- ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ
- ABDÜLKÂDİR SIDDÎKÎ
- ABDÜLKÂHİR SÜHREVERDÎ
- ABDÜLKEBÎR EVLİYÂ
- ABDÜLKERÎM KÂDİRÎ
- ABDÜLKERÎM CÎLÎ
- ABDÜLKUDDÛS
- ABDÜLLATÎF CÂMÎ
- ABDÜLLATÎF EFENDİ (Pamuk Kâdı)
- ABDÜLLATÎF KUDSÎ
- ABDÜLMECÎD ŞİRVÂNÎ
- ABDÜLMELİK ET-TABERÎ
- ABDÜLMUGÎS BİN ZÜHEYR
- ABDÜLMU'TÎ EFENDİ
- ABDÜLULÂ
- ABDÜLVÂHİD-İ LÂHORÎ
- ABDÜLVÂHİD BİN MUHAMMED
- ABDÜLVÂHİD BİN ZEYD
- ABDÜLVEHHÂB BUHÂRÎ
- ABDÜLVEHHÂB-I MISRÎ
- ABDÜLVEHHÂB MÜTTEKÎ
- ABDÜLVEHHÂB-I ŞA'RÂNÎ
- ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ
- ABDÜRRAHÎM İSTAHRÎ
- ABDÜRRAHÎM-İ MERZİFONÎ
- ABDÜRRAHÎM TIRSÎ
- ABDÜRREŞÎD SÂHİB FÂRÛKÎ
- ABDÜRREZZÂK ALİ EFENDİ
- ABDÜSSELÂM BİN MEŞÎŞ HASENÎ
- AÇIKBAŞ MAHMÛD EFENDİ
- ÂDEM-İ BENNÛRÎ
- ADİYY BİN MÜSÂFİR
- AHISKALI ABDULLAH EFENDİ
- AHISKALI ALİ HAYDAR EFENDİ
- AHÎ EVRAN
- AHÎ SİNAN
- AHÎ SİRÂC
- AHMED BİN ABDURRAHMÂN ES-SEKKÂF
- AHMED ABDÜLHAK RADULEVÎ
- AHMED EL-ALESÎ
- AHMED BİN ALEVÎ
- AHMED AMİŞ EFENDİ
- AHMED BİN ÂSIM ANTÂKÎ
- AHMED BÂBÂ TENBEKTÎ
- AHMED-İ BEDEVÎ
- AHMED BEHLÜL
- AHMED BERKÎ
- AHMED-İ BÎCÂN
- AHMED CÂHİDÎ EFENDİ
- AHMED CÜZEYRÎ (Cezerî)
- AHMED DEDE
- AHMED DERDÎRÎ
- AHMED DİYOBENDÎ
- AHMED BİN EBÛ BEKR
- AHMED BİN EBÛ BEKR AYDERÛSÎ
- AHMED BİN EBÜ'L-HAVÂRÎ
- AHMED EFLÂKÎ
- AHMED FEYZÎ EFENDİ
- AHMED GAZÂLÎ
- AHMED BİN HADRAVEYH
- AHMED HAMMÂMÎ
- AHMED BİN HANBEL
- AHMED BİN HARB
- AHMED HAZNEVÎ
- AHMED HİLMİ EFENDİ
- AHMED HULÛSİ EFENDİ
- AHMED BİN HÜSEYİN AYDERÛSÎ
- AHMED BİN İBRÂHİM EL-VÂSITÎ
- AHMED BİN İDRÎS
- AHMED BİN İSHAK
- AHMED İZZET EFENDİ
- AHMED KÂBİLÎ
- AHMED KÂDİRÎ
- AHMED KÂRAZÎ DİYÂRIBEKRÎ
- AHMED İBNİ KEMÂL
- AHMED KİHTÛ
- AHMED KUDDÛSÎ
- AHMED KUSEYRÎ
- AHMED MEKKÎ EFENDİ
- AHMED BİN MESRÛK
- AHMED BİN MEVDÛD ÇEŞTÎ
- AHMED BİN MUHAMMED
- AHMED BİN MUHAMMED HÂNÎ EL-ESREM
- AHMED BİN MÛSÂ EL-ACÎL
- AHMED MÜRŞİDÎ EFENDİ
- AHMED NAHLÂVÎ
- AHMED NÂMIKÎ CÂMÎ
- AHMED NECİBÎ
- AHMED NÛBÂNÎ
- AHMED BİN OSMAN ŞERNÛBÎ
- AHMED BİN ÖMER ZEYLA'Î
- AHMED RAÛFÎ
- AHMED RIFÂÎ
- AHMED SAÎD-İ FÂRÛKÎ
- AHMED SÂRBÂN
- AHMED SATÎHA
- AHMED SAYYÂD
- AHMED BİN SELMÂN EN-NECCÂD
- AHMED ES-SENÛSÎ
- AHMED SİYÂHÎ
- AHMED BİN SÜLEYMAN ERVÂDÎ
- AHMED ŞEMSEDDÎN MARMARAVÎ
- AHMED ŞEYBÂNÎ
- AHMED ŞÎRÂNÎ
- AHMED-İ TİCÂNÎ
- AHMED BİN ÜSTÂZÜ'L-A'ZAM
- AHMED BİN YAHYÂ EL-CELÂ
- AHMED YEKDEST CÜRYÂNÎ
- AHMED YESEVÎ
- AHMED EZ-ZÂHİD
- AHMED-İ ZERRÛK
- AHMED BİN ZEYD
- Ahmed Nasihuddîn
- AHMED ZİYÂEDDÎN GÜMÜŞHÂNEVÎ
- AHMEDULLAH
- AHMEDÜ BAMBA
- AHNEF BİN KAYS
- AKBIYIK SULTAN
- AKŞEMSEDDÎN
- ALÂ BİN ZİYÂD
- ALÂEDDÎN ÂBİZÎ
- ALÂEDDÎN ALİ ERDEBİLÎ
- ALÂEDDÎN ALİ ESVED KARAHİSÂRÎ (Kara Hoca)
- ALÂEDDÎN ALİ FENÂRÎ (Alâeddîn Ali bin Yûsuf)
- ALÂEDDÎN-İ ATTÂR
- ALÂEDDÎN GONCDÜVÂNÎ
- ALÂEDDÎN BİN ESAD LÂHORÎ
- ALÂEDDÎN HAREZMÎ
- ALÂEDDÎN KONEVÎ
- ALÂEDDÎN-İ SÂBİR
- ALÂÜDDEVLE SEMNÂNÎ
- ALEVÎ BİN ABDULLAH
- ALEVÎ BİN ALİ
- ALEVÎ BİN MUHAMMED
- ALEVÎ BİN MUHAMMED SÂHİB-ÜD-DEVÎLE
- ALEVÎ BİN ÜSTÂZ-ÜL-A'ZAM
- ALİ BİN ABDULLAH BİN ABBÂS
- ALİ BİN ALEVÎ BİN MUHAMMED
- ALİ BEHÇET EFENDİ
- ALİ BEKKÂ
- ALİ BİN BENDÂR SAYRAFÎ
- ALİ DEDE BOSNEVÎ
- ALİ BİN EBÛ BEKR EL-İDRÎSÎ
- ALİ EFENDİ
- ALİ EFENDİ (Midillili)
- ALİ BİN EMRULLAH
- ALİ BİN FUDAYL
- ALİ FERÂHÎ
- ALİ GÂLİB VASFÎ EFENDİ
- ALİ GAV SULTAN
- ALİ HÂDÎ (Nakî)
- ALİ HÂFIZ
- ALİ EL-HARÎRÎ
- ALİ HAVÂS BERLİSÎ
- ALİ BİN HEYTÎ
- ALİ İSFEHÂNÎ
- ALİ KAZVÂNÎ (Kîzvânî)
- ALİ EL-MASÎSÎ
- ALİ BİN MEYMÛN MAĞRİBÎ
- ALİ BİN MUHAMMED
- ALİ BİN MUHAMMED BİN BEŞŞÂR
- ALİ BİN MÛSÂ FEŞLİ
- ALİ BİN MUSTAFA ÖMERÎ
- ALİ BİN MUVAFFAK
- ALİ MÜTTEKÎ EL-HİNDÎ
- ALİ MÜZEYYEN
- ALİ NÂTİKÎ
- ALİ NEBTÎTÎ
- ALİ OSMAN EFENDİ
- ALİ RÂMİTENÎ
- ALİ RIZÂ
- ALİ RIZÂ ACARA
- ALİ SEMERKANDÎ
- ALİ SİNCÂRÎ
- ALİ ŞEVNÎ
- ALİ BİN ŞİHÂB
- ALİ BİN YAHYÂ GEYLÂNÎ
- ALİ YEŞRÛTÎ
- ALKAME BİN KAYS
- ALVÂN HAMEVÎ
- ALVARLI MUHAMMED LÜTFİ (Efe)
- AMASYALI SEYDÎ HALÎFE
- A'MEŞ (Süleymân bin Mihrân)
- ÂMİR BİN ABDULLAH
- ÂMİR BİN ABDULLAH ANBERÎ
- AMMÂR-I YÂSER
- AMR BİN DÎNÂR
- AMR BİN KAYS EL-MÜLÂÎ
- AMR BİN MEYMÛN EVDÎ
- AMR BİN MÜRRE
- AMR BİN OSMAN MEKKÎ
- AMR BİN UTBE
- ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ
- ARAB BABA
- ARABÎ FEŞTÂLÎ EL-MAĞRİBÎ
- ÂRİF-İ DİKGERÂNÎ
- ÂRİF-İ RİVEGERÎ
- ASLAN BABA
- ASLAN DEDE (Meczûb)
- AŞÇI YAHYÂ BABA
- ÂŞIK EFENDİ
- ÂŞIK PAŞA
- ATÂ BİN EBÛ REBÂH
- ATÂ EFENDİ
- ATÂ EL-EZRAK
- ATÂ BİN MEYSERE EL-HORASÂNÎ
- ATÂ SÜLEYMÎ
- ATÂ BİN YESÂR
- ATÂULLAH (ATÂÎ AHMED) EFENDİ
- ATEŞBÂZ VELÎ
- ATPAZARLI OSMAN FADLI EFENDİ (KUTUP OSMAN)
- AVDAN BABA
- AVN BİN ABDULLAH
- AYDERÛSÎ
- AYDERÛSÎ (Abdullah bin Abdullah)
- AYDERÛSÎ (Abdülkâdir bin Şeyh)
- AYDERÛSÎ (Ebû Muhammed)
- AYDERÛSÎ (Muhammed bin Abdullah)
- AYDERÛSÎ (Şeyh bin Abdullah)
- AYDÎ BABA
- AYNÎ DEDE
- AYN-ÜL-KUDÂT HEMEDÂNÎ
- AYNÜZZEMÂN CEMÂLEDDÎN-İ GEYLÂNÎ
- AYSÂVÎ (Ahmed bin Yûnus ed-Dımeşkî)
- AZERÎ HAMZA BİN ALİ
- AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ
- AZİZ NESEFÎ
- AZZÂZ BİN MÜSTEVDÎ EL-BETÂİHÎ
- BABA HAYDAR SEMERKANDÎ
- BABA NÎMETULLAH NAHÇIVÂNÎ
- BABA TÂHİR URYÂN
- BABA YÛSUF SİVRİHİSÂRÎ
- BABAZÂDE
- BAHRAK (Muhammed bin Ömer)
- BAHRİ DEDE
- BAHŞÎ
- BAHŞÎ HALÎFE
- BÂKILLÂNÎ
- BÂLÎ EFENDİ (Sekrân)
- BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ
- BAYTAZZÂDE HACI ABDULLAH
- BEDÎ'UDDÎN SEHÂRENPÛRÎ
- BEDREDDÎN SERHENDÎ
- BEHÂEDDÎN BUHÂRÎ (Şâh-ı Nakşibend)
- BEHÂEDDÎN KIŞLAKÎ
- BEHÂEDDÎN BİN LÜTFULLAH
- BEHÂEDDÎN MECZÛB EL-KÂDİRÎ
- BEHÂEDDÎN ZEKERİYYÂ (Muhammed bin Kutbüddîn)
- BEHÂEDDÎNZÂDE (Muhyiddîn Muhammed bin Behâeddîn)
- BEHİŞTÎ
- BEHLÜL-İ DÂNÂ
- BEHRULLAH EFENDİ
- BEKÂ BİN BATÛ
- BEKR BİN ABDULLAH MÜZENÎ
- BEKR BİN ÖMER FERSÂNÎ
- BEKR SIDKI VİSÂLİ
- BEKRÎ
- BEKRÎ (Ebü'l-Mekârim)
- BENÂ KUREŞÎ
- BENNÂN EL-HAMMÂL
- BERBEHÂRÎ
- BERDEÎ SULTAN
- BERK
- BEŞİR AĞA (dârüsseâde ağası)
- BEŞİR AĞA
- BEYZÂDE EFENDİ
- BEYZÂDE HACI MEHMED NÛRİ EFENDİ
- BEYZÂDE MUSTAFA AHISKALI
- BİLÂL-İ MA'RİBÎ
- BİLÂL BİN SA'D
- BİRGİVÎ
- BİŞR-İ HÂFÎ
- BİŞR BİN MANSÛR ES-SÜLEYMÎ
- BOSNALI ABDULLAH EFENDİ (Abdullah-ı Rûmî)
- BOSTAN ÇELEBİ
- BOSTANCI BABA
- BUHÂRÎ
- BURHÂNEDDÎN MUHAKKIK TİRMİZÎ
- BURHÂNEDDÎN BİN MUHAMMED EĞRİDİRÎ
- BUSAYRÎ (Muhammed bin Saîd bin Hammâd)
- BÜNDÂR BİN HÜSEYİN ŞİRÂZÎ
- CABBÂR DEDE
- CÂBİR BİN ZEYD
- CÂFER BİN ABDÜRRAHÎM KİLÂÎ
- CÂFER BİN AHMED ES-SERRÂC
- CÂFER-İ HULDÎ
- CÂFER HUZÂ
- CÂFER MEKKÎ
- CÂFER-İ SÂDIK
- CÂFER-İ SÂDIK BİN ALİ AYDERÛSÎ
- CÂFER BİN SÜLEYMÂN DÂBİÎ
- CÂKÎR EL-KÜRDÎ
- CÂRULLAH VELİYYÜDDÎN EFENDİ
- CELÂL ALİ DEDE
- CELÂL TEHÂNİSERÎ
- CELÂLEDDÎN-İ DEVÂNÎ
- CELÂLEDDÎN EBÛ YEZİD PÜRÂNÎ
- CELÂLEDDÎN-İ HİNDÎ (Kutb-i Rabbânî, Kebîr-ül-Evliyâ)
- CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ
- CELÂLEDDÎN TEBRÎZÎ
- CELÂLZÂDE MUSTAFA ÇELEBİ
- CELÂLZÂDE SÂLİH ÇELEBİ
- CEMÂL HALÎFE
- CEMÂLEDDÎN AKSARÂYÎ
- CEMÂLEDDÎN EZHERÎ
- CEMÂLEDDÎN HANSEVÎ
- CEMÂLEDDÎN MAHMÛD HULVÎ
- CEMÂLEDDÎN-İ UŞŞÂKÎ
- CERRÂHZÂDE
- CEVHERE BERÂSİYYE
- CEZÎRÎ
- CEZÛLÎ
- CİHANGİRLİ HASAN EFENDİ
- CÜBEYR BİN NÜFEYR
- CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ
- ÇANDARLI KARA HALİL HAYREDDÎN PAŞA
- ÇELEBİ ABDÜLCELÎL
- ÇELEBİ ÂRİF KÜÇÜK
- ÇELEBİ BUSTAN
- ÇELEBİ CEMÂLEDDÎN
- ÇELEBİ FERRUH
- ÇELEBİ HALÎFE
- ÇELEBİ HÜSÂMEDDÎN
- ÇELEBİ HÜSREV
- ÇERKEZ ŞEYHİ
- ÇIRAĞ-I DEHLİ
- DA'LEC BİN AHMED
- DÂRENDELİ MUHAMMED HİLMİ EFENDİ
- DÂRENDELİ ÖMER RIZÂÎ
- DÂVÛD-İ HALVETÎ
- DÂVÛD-İ İSKENDERÎ
- DÂVÛD-İ KAYSERÎ
- DÂVÛD-İ TÂÎ
- DAYGAM BİN MÂLİK
- DEDE HALÎFE
- DEDE MOLLA
- DEDE ÖMER RÛŞENÎ
- DEDİĞİ SULTAN
- DEHHÂK BİN MÜZÂHİM
- DEHLEVÎ
- DELİ BİRÂDER (Muhammed bin Durmuş)
- DEMİR HOCA
- DEMİRTAŞ MUHAMMEDÎ
- DERVİŞ AHMED SEMERKANDÎ
- DERVİŞ HACI
- DERVİŞ MUHAMMED
- DERYÂ ALİ BABA
- DESTÎNE HÂTUN
- DIRÂR BİN MÜRRE
- DİMİTROFÇALI MUSLİHUDDÎN EFENDİ
- DURSUN FAKİH (Tursun Fakih)