Kitaplar | Yazarlar | İlmihal | Sohbetler | Hutbeler
AHMED YESEVÎ
AHMED YESEVÎ
Türkistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî olup, Pîr-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hazret-i Sultan, Hâce Ahmed, Kul Hâce Ahmed diye tanınır. Babası Hâce İbrâhim'in nesebi hazret-i Ali'nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye'ye ulaşır. Soyu, hazret-i Fâtıma vâlidemize dayanmadığı için seyyid değildir. Annesi evliyâdan Şeyh Mûsâ'nın Ayşe isimli kerîmesi olup, sâliha, müttekî ve afîf bir hâtun idi. Doğum târihi bilinmemektedir. 1194 (H.590) senesinde Yesi'de vefât etti. Kabri oradadır. Tîmûr Han onun için muhteşem bir türbe yaptırmıştır.
Ahmed Yesevî annesini çok küçük, babasını da yedi yaşında kaybetti. Babası son nefesinde Gevher Şehnaz ismindeki kızına:
"Ey benim kızım! Kardeşin bu dünyâya ender gönderilen mübârek bir kişi olacaktır. Ona göz kulak ol. Benim dergâhımda, bağlı bir sofra durur. Ahmed o sofrayı kendi başına açtığı zaman onun cihan mülkünde görünme vaktinin geldiğini bilmelisin. Zamânı gelmeyince, bu sırrı kimseye açma." dedi.
Gerçekten Ahmed Yesevî'de çocukluğunda garib hâller ve yaşından beklenilmeyen fevkalâdelikler görülüyordu. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ediyor, onun mânevî terbiyesi ile olgunlaşıyordu. Bu sırada meydana gelen bir hâdise, şöhretinin bütün Türkistan'a yayılmasına yol açtı. Menkıbeye göre, o sırada Türkistan'da Yesevî adında bir hükümdâr saltanat sürmekte idi. Bu hükümdar yaz gelince, Türkistan yaylalarına çıkar, kışın da Semerkant kışlalarında kalırdı. Ceylan avından çok hoşlanan hükümdâr, bir defâsında ceylan peşinde koşarken, yolu Karaçuk Dağına çıktı. Karaçuk Dağının yamaçları sarp, kayaları yalçındı. Atı, kan tere battı ve avını kaçırdı. Buna ziyâdesiyle üzülen hükümdâr; "Bu dağı ortadan kaldırmak gerek." diye söylendi. Nitekim ülkesindeki velîleri toplayıp, duâlarının bereketi ile bu dağı ortadan kaldırmayı düşündü. Toplanan velîler, duâ ve niyâzda bulundular. Ancak istenilen netice elde edilemedi. Bunun üzerine oraya gelmeyen bir velînin olup olmadığı araştırıldı. Neticede, Hâce İbrâhim'in oğlu Ahmed küçük olduğundan kimsenin aklına gelip de çağrılmadığı anlaşıldı. Nihâyet, haberci gönderildi ve gelmesi istendi. Çocuk, dâveti ablasına danışınca, ablası; "Babamızın vasiyeti var, senin tanınma zamânının gelip gelmediğini, türbedeki ekmek sofrası tâyin edecektir. Eğer o sofrayı açabilirsen, tanınma zamânın geldi demektir, var git!" dedi. Babasının türbesine giden Ahmed, sofrayı bulup açınca, dosdoğru hükümdârın istediği yere geldi. Kendisini bekleyen velîlere sofradaki bir parça ekmeği gösterip duâ etmelerini isteyince, velîler Fâtiha okudular. O da ekmeği oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi. O toplantıda tam dokuz bin kişi vardı. Bu kerâmeti görenler, Hâce Ahmed'in büyüklüğünü ve mertebesinin yüksekliğini anladılar. Hâce Ahmed, sırtındaki babasından kalma hırkaya bürünerek, duâsının neticesini bekliyordu. Birdenbire gök yüzünden yağmur boşanarak, her yer suya garkolunca, velîlerin seccâdeleri su üstünde yüzmeye başladı. Sonunda Ahmed hırkasından başını çıkarınca, yağmur durdu ve güneş çıktı. Oradakiler baktıklarında, Karaçuk Dağının ortadan kalktığını gördüler. Bu kerâmete şâhid olan hükümdar, Hâce Ahmed'den, kendi adının kıyâmete kadar bâkî kalması için niyâzda bulunmasını diledi. Hâce Ahmed hazretleri de; "Âlemde her kim bizi severse, senin adınla bizi yâd eylesin" dedi. Bundan dolayı o günden beri ikisinin ismi birlikte, "Ahmed Yesevî" şeklinde anılır oldu.
Ancak Hâce Ahmed'in, daha çok Yesi'li olduğundan, Yesevî nisbesiyle şöhret bulduğu kabûl edilmektedir.
Ahmed Yesevî önce Arslan Baba hazretlerinden ders aldı. Onun kalblere hayat ve huzur veren söz ve sohbetleri ile teveccüh ve görüp gözetmesine kavuştu. Böylece kısa zamanda çok yüksek makam ve derecelere ulaştı. Ancak Arslan Baba ebedî âleme göçünce, çok sevdiği ve ziyâdesiyle bağlı bulunduğu bu şeyhinden ayrı düştü. O, hikmetler adını verdiği şiirlerinde Arslan Baba'dan bahsederken şöyle demektedir:
Âhir zaman ümmetleri dünyâ fâni bilmezler
Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar
Erenlerin kıldığını görüp rağbet etmezler
Arslan Babam sözlerini dinleyiniz teberrük.
Ahmed Yesevî bundan sonra şeyhi Arslan Baba'nın mânevî işâreti ile Buhârâ'ya gitti. Orada Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî'ye bağlandı ve mânevî ilimleri tahsil etti. İnsanlara ilim öğretmek, doğru yolu göstermek için ondan icâzet, diploma aldı. O büyük zâtın halîfeleri arasına katıldı. Onun vefâtından sonra bir mikdâr Buhârâ'da kaldı. Talebe yetiştirmeye başladı. Bir zaman sonra onların terbiye ve yetiştirilmesini, Yûsuf-i Hemedânî'nin en önde gelen, gözde talebesi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine bırakıp, kendisi Yesi'ye döndü ve talebe yetiştirmeğe burada devâm etti. Talebeleri git gide çoğalıyordu. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamânda, Türkistan, Mâverâünnehr, Horasan ve Harezm'e yayıldı. Kendisinde daha çocuk yaşta iken başlayan evliyâlık hâl ve dereceleri günden güne artıyordu. Zamanındaki âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden, en üstünlerinden oldu. Hanefî mezhebinde idi. Zâhirî ve bâtınî bütün ilimlerde derin âlim olan Ahmed Yesevî, Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederdi.
Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerini üçe ayırırdı. Günün büyük bölümünde ibâdet ve zikirle meşgûl olurdu. İkinci kısmında talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi. Üçüncü ve en kısa bölümde ise alınteri ile geçimini sağlamak üzere tahta kaşık ve kepçe yaparak bunları satardı.
Bir rivâyete göre; "Onun halden anlar bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyup, Yesi çarşısına salıverirdi. Kim kaşık ve kepçeden alırsa ücretini heybenin gözüne bırakırdı. Mal alıp da, ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Adam ücreti heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Akşam olunca da Hâce Ahmed hazretlerinin evine gelirdi. Hattâ heybenin gözüne fazla para bırakanlar da olurdu. Hâce hazretleri bunları ve kendisine gelen sayısız hediyeleri muhtaçlara ve bilhassa talebelerine sarf ederdi.
Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri her tarafa yayılıp, talebelerinin sayısı yüz bine yaklaşınca, kendisini çekemeyenler düşmanlıklarından, çeşitli iftiralara başladılar. Sohbet meclislerine örtüsüz kadınlar geliyor, erkeklerle birlikte oturuyorlar." dedikodularını yaydılar. Bu şâyiayı duyan makam sâhipleri, bâzı müfettişler vazifelendirerek durumun araştırılmasını emrettiler. Müfettişler, Ahmed Yesevî hazretlerinin ders verdiği meclisine gizliden gizliye gelip gittiler. Her şeyin, herkese açık olduğu bu yerde, insanlardan ve kanunlardan saklı uygunsuz bir hâlin bulunmadığını, söylenilenlerin tamâmen asılsız olduğunu, bu zâta iftirâ etmek için uydurulduğunu bildirdiler.
Ahmed Yesevî hazretleri kendisine iftirâ edenlere bir ders vermek istedi ve toplandıkları yere geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu vardı. Oradakilere hitâben: "Bâlig olduğu günden bu âna kadar, sağ elini avret mahalline hiç uzatmamış bir velî istiyorum. Kim vardır? Bu mühim kutuyu ona teslim edeceğim" buyurdu. Hiç kimse çıkmadı. O sırada, Ahmed Yesevî'nin talebelerinden, Hâce Atâ ortaya çıktı. Hâce Ahmed hazretleri kutuyu ona verip, bunu Horasan ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini emretti. Talebe kutuyu alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce hazretlerine iftirâ edenler geldiler. Herkes bu kutunun içinde ne olduğunu merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmed Yesevî hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde kor hâlinde ateş, bir mikdar pamuk arasında duruyordu.
Ateş kızarıyor ve pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli gören herkes hayretler içinde kaldı. Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine muârız olanlar hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hâce hazretlerine hediyeler gönderip, özürler dileyip pekçoğu ona talebe oldu.
Merv şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi. Ahmed Yesevî hakkında söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmişti. Bu yalanlara aldanıp, kendisini imtihân etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, yanına dört yüz müşâvir ve kırk tâne de müftü alarak yola çıktı. Her tarafta talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır bulunduğunu öğrenmişti. "Ben üç bin mesele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl sorar, onları imtihan ederim." diye düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri hânegâhında bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dânişmend'e; "Bakar mısın, bize kimler geliyor?" buyurdu. Mervezî'nin mâiyyetiyle, yanındakilerle birlikte hâfızasında üç bin mesele ile geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dânişmend, o üç bin meseleden binini, Mervezî'nin hâfızasından sildi. Sonra talebelerinden Süleymân Hakîm Atâ'ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi'ye geldi. Hâce hazretlerinin yanına gelip, "Allah'ın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin?" dedi. Hâce, hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. Şimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan sonra görüşürüz." buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce Ahmed hazretleri, Muhammed Hakîm Atâ'ya tekrar emredip, o bin meseleyi Mervezî'nin hâfızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti. Aklındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsü üstünde bir şeyler konuşmak istedi. Fakat hâfızasında hiçbir meselenin bulunmadığını anladı. Nihâyet, defterini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların da silindiğini gördü. Sahifeler bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusûrunu anlayıp oracıkta tövbe etti. Talebeliğe kabûlü için yalvardı. Bütün mâiyyetiyle beş sene kaldı. Çok mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmed Yesevî (k. sirruh) bunu, yanında beş kişi ile berâber, insanlara Allahü teâlânın dînini doğru olarak anlatmak vazifesiyle Horasan'a gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa'deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya gidip halkı irşâd edip aydınlattılar (r.aleyhim).
Horasan'da bulunan velîler, Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklük ve üstünlüğünü bildikleri ve ona olan muhabbet ve bağlılıklarının daha da artması için, kendisiyle görüşmek, sohbetinde bulunmak istediler. Büyük bir toplantı tertib ettiler. Hâce hazretlerini de bu toplantıya dâvet için, aralarından birini Yesi'ye gönderdiler.
Ahmed Yesevî hazretlerini toplantıya dâvet etmek üzere yola çıkan velî, Allahü teâlânın izni ile turna gibi uçarak Yesi'ye geliyordu. Hâce hazretleri bu hâli keşfederek, yanına talebelerinden bâzılarını aldı. Bunlar da turna şeklinde uçmaya başladılar. Nihâyet, Semerkand yakınlarında bir nehir üzerinde karşılaştılar. Bu sırada aşağıda büyük bir tüccar, nehirden geçerken akıntıya kapılıp, malı ve hayvanları suya düşmüştü. Bu tüccâr, su içinde boğulmamak için gayret ederken, bu sudan selâmetle kurtulması hâlinde, kalan malının yarısını Allah rızâsı için vereceğini nezr edip, adadı. Hâce Ahmed Yesevî, Allahü teâlânın izni ile tüccarın sıkışık ve zor durumunu keşfederek aşağıya indi. Boğulmak üzere iken tüccarı çekip sâhile çıkardı. Sonra normal hâline döndü. Bu duruma çok teaccüb eden, şaşan tüccar, kendisini kurtaran bu zâtın ellerine sarılıp çok teşekkür etti; daha sonra malının yarısını bu zâta verdi. Hâce hazretleri istenilen yere geldi. Bir zaman orada kalarak talebeleriyle sohbet etti. Suallerini cevaplandırdı. Hergün yüzlerce kişi huzuruna gelerek sohbetine katılır ve bereketlenirdi. Tüccarın verdiği parayı da orada bulunan yoksullara ve talebelerine dağıtan Ahmed Yesevî hazretleri daha sonra memleketine döndü.
Yesi şehrine yakın bir yerde, Sabran (Savran, Şûrî) diye bir kasaba vardı. Bura ahâlisinin çoğu hıristiyan olup, müslüman Yesi halkına ve bilhassa Ahmed Yesevî hazretlerine çok düşmandı. Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğü, kerâmetleri etrâfa yayıldıkça ve ona bağlı olanların sayıları her geçen gün arttıkça, Sabranlılar ziyâdesiyle rahatsız oluyorlar, Hâce hazretlerine olan düşmanlıkları daha da artıyordu.
Birgün hazret-i Hâce'ye iftirâ etmek istediler. Bir yere toplandılar. İçlerinden birinin öküzünü getirip mezbahada kestiler. Sâdece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler. Öküzlerinin çalınıp mezbahada kesildiğini, kanları akarak acele ile götürüldüğünü, kan izlerini tâkip ettiklerini ve öküzlerinin Ahmed Yesevî'nin tekkesine götürüldüğünü anladıklarını bildirdiler. Kâdı izin verip, Hâce'nin tekkesine girip, öküzlerini arayabileceklerine izin verince, gelip durumu bildirdiler. Hazret-i Hâce, kalb gözleri ile ve yüksek firâseti ile, iftirâcıların hazırladıkları çirkin tertibi görmüş ve anlamıştı. Talebeler bundan habersiz olduklarından, çok şaşırdılar. Nihâyet içeri girmelerine izin verildi. İftirâcılar, doğruca gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam maksatlarına kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı. Bu sırada Hâce hazretlerinin kerâmeti tecellî edip ortaya çıkıp iftirâcıların hepsi bir anda köpek oldular. O öküz etine hücûm edip kısa zamanda bitirdiler. Böylece esas hâlleri anlaşılmış oldu.
Yine birgün aralarında anlaşıp, Hâce'yi hırsızlıkla ithâm etmeye karar verdiler. Bir sığırı kesip parçaladılar ve gece gizlice Hâce'nin hânegâhının bir yerine bıraktılar. Hazret-i Hâce'den başka hiç kimse de, bunların yaptıklarını farketmedi. Ertesi gün bu sığırı aramak bahânesi ile, o kasaba halkından birçok kimse tekkenin önünde toplandı. Sığırlarını aramak için içeri girmek istediklerini söylediler. Hâce hazretleri bu ahmakların yaptıklarına çok üzüldü, bir an elini kaldırıp dergâhın kapısını işâret etti. Arkasından:
"Girin köpekler, girin itler!.." diye bağırdı.
Bu söz üzerine dergâha akın eden ve içeriye adımını atan "Hav, hav, havv" diye yürüyordu. Sabranlılardan dergâha adımını atan köpek hâline geliyor ve getirdikleri sığırın üzerine atılıyordu. Dışarıda kalıp bu müthiş manzarayı seyredenler hayret, dehşet ve korku içerisinde Ahmed Yesevî hazretlerinin eteklerine yapıştılar. Mahcup ve pişman olduklarını bildirip affedilmeleri için yalvarmaya başladılar. Hâce hazretleri merhamet edip duâ etti. Böylece tekrar eski hallerine döndüler.
Ahmed Yesevî hazretleri 63 yaşına gelmişti. O, çocukluğundan bu âna gelinceye kadar Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine yapışmakta hiç gevşeklik göstermedi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif buyurduğu andan îtibâren yeryüzünde bulunmayı kendilerine münâsip görmediler. Bu sebeple dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırdı ve içini kerpiçle ördürdü. Nihayet hazırlıklar tamamlanınca talebelerini dergâhın avlusunda toplayıp;
"Ey gönül dostları, Allahü teâlânın en sevgili kulu olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa hazretleri 63 yaşında bu dünyâdan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz çilehâneye çekilecek, ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım..." buyurdu.
Müridlerinin gözleri yaşlı olarak; "Ey sultanımız bizim hâlimiz nice olur." sözlerine karşı;
"Sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum." dedikten sonra merdivenle çilehâneye indi.
Ahmed Yesevî hazretleri mezar misâli olan o yerde, vefât edinceye kadar, devamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı düşünmekle meşgûl oldu. Talebelerine ilim öğretmeye orada da devâm etti. Kendisini vefât etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşû' bağlılık ve teslimiyetle ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı. 63 yaşından sonra ömrünün diğer yarısını orada ibâdetle geçirdi. 125 veya bir rivâyete göre ise 133 yaşında vefât etti.
Ahmed Yesevî hazretlerinin önde gelen halîfelerinden Seyyid Mansur Atâ çile kuyusuna ilk defâ indiği zaman gördüğü manzaradan ciğeri parçalandı. "Hocam bu dar yerde ve sıkıntılı bir haldedir" diye düşünerek gözyaşlarına boğulduğu sırada perdeler açıldı.
Kalp gözüyle, o daracık zannettiği yeri bir ucu doğuda, diğer ucu ise batıda gördü. Bu hâl karşısında kalbinden geçirdiklerinin yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine, "Allahü teâlâ, evliyâsına sıkıntı çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor zannetmeleri, hakîkatte onlar için bir nîmettir. Bu saâdet sâhipleri, görünüşte çok acı zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tad alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duymazlar. Allahü teâlâ, bu sevgili kulu için, daracık bir hücreyi çok geniş yapar. Mânevî bakımdan öyle lezzetler, tadlar ihsân eder. Zâhir olarak, görünürde çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç kalır. Onun rûhu, zevk ve neş'eden uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam..." diye söylendi.
Ahmed Yesevî hazretleri yetiştirdiği talebelerin her birini bir memlekete göndermek sûretiyle İslâmiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği talebelerinden bâzıları sonraları Moğolların katliamından kaçıp kurtulmak sûretiyle Anadolu'ya da geldiler. Bu sûretle onun yolu Anadolu'da yayılıp tanındı. Anadolu'nun müslüman Türklere yurt olması onun mânevî işâretleri ile hazırlandı.
Ahmed Yesevî hazretleri herkese iyilik eder, kendisinden hiç kimse rahatsız olacak bir hareket görmezdi. Bütün insanların dünyâ, âhiret saâdeti ve rahatları için gayret ederdi. Dergâhı fakir ve yoksullar, yetim ve çâresizler için sığınak yeriydi.
Tasavvuf yolunda Ahmed Yesevî hazretlerine bağlananların bâzı bâriz husûsiyetleri vardır. Yeseviyye yolunda bulunan bir mürîdin, riâyet etmeleri mecbûri lâzım olan belli başlı edebler şunlardır:
1) Kendisinden dînini öğrendiği üstâdının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda her gün çeşit çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve görüşüne uyarak, geceleri nâfile namaz kılmaktan ve gündüzleri nâfile oruç tutmaktan farksız hattâ daha faydalıdır. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet ve teslimiyyet, ikincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek vardır.
2) Mürîd gâyet uyanık, zekî ve dikkatli olup, hocasının sözlerinden, rumûzlarından ve işâretlerinden hemen anlamalıdır.
3) Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden râzı ve ona itâatkâr olmalıdır.
4) Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği, emrettiği bir hizmeti yaparken gâyet atik, dikkatli , ağırbaşlı olmalı, fakat ağır canlı olmamalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına sebeb olabilir. Onun rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyla Allahü teâlâya gider.
5) Sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun, bu hâl hüsrâna sebeb olur.
6) Ahde vefâ ve hocasına olan tâbiiyyet, uyma ve teslimiyyetinde çok titizlik göstermelidir.
7) Hocasının ufak bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere fedâ etmeye hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüd hâli bulunmamalıdır.
8) Hocasına âit husûsî hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşâ etmekten, açıklamaktan çok sakınmalıdır.
9) Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve nasîhatlerini dikkatle tâkib etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve gevşeklik yapmamalıdır. Bunları yapmakta ihmâlkâr ve gevşek davranmanın zararlarını düşünmelidir.
10) Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesîle, vâsıta yaptığı hocası için, her fedâkârlığa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost olmalı, sevmeyenlere, sevmediklerine ve istemediği şeylere meyl ve muhabbet etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.
Ahmed Yesevî hazretleri sohbetlerinde talebelerine buyururdu ki:
"Ey Dostlar! Câhillerle dostluk kurmaktan sakınınız."
"Akıllı ve uyanık kimse isen, dünyâya gönül bağlama. Şeytan seni kandırıp, dünyâya meylettirirse, seni emri altına almış demektir. Bundan sonra felâketlerden felâketlere sürüklenirsin de hiç haberin olmaz."
"Himmet, yardım kuşağını sıkı sıkıya beline sarmayan insan, dünyâya meyl ve muhabbetten kurtulamaz. Allah yolunda göz yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit ince sırlara kavuşamaz ve bu yolda ilerlemesi mümkün değildir."
"İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan kimse, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda ilerleyemez. Gönlü ve kalbi ile dünyâ düşünce ve işlerinden sıyrılıp, yalnız Allahü teâlâya yönelmedikçe, hakîkat meydanında bulunmak mümkün değildir. Bunlar hakkı idrâk edip, anlayıp bilmekten uzaktırlar."
"Ey dostlar! Bir kimse, Allahü teâlânın aşkı ile yanıp yakılarak, bu denizde çok usta bir dalgıç olmadıkça, bundan çok daha derin olan vahdâniyet denizine giremez. Ona girmek için çok usta ve dikkatli bir dalgıç olmak gerekir."
"Gönlünde Allahü teâlânın aşkını taşıyanlar, dünyâ ile tamâmen alâkalarını kesmişlerdir. Halk içinde Hak ile olurlar. Bir an Allahü teâlâyı unutmazlar."
"Ahkâm-ı İslâmiyyeyi, İslâmî hükümleri tam bilmiyen, tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık yolunda bulunmağa kalkarsa, bunun îmânını şeytan çalar. Emir ve yasaklara uymakta gevşek olanlar, sonra da evliyâlık yolunda bulunduğunu, ilerlediğini, hattâ kendisinde bâzı hâllerin meydana çıktığını zanneden kimseler bu noktada çok yanılırlar. Bu hallerinin rahmânî olduğunu zannederler. Halbuki bunlar, abdestte, namazda, alış-verişte bir takım noksanlarının bulunduğunu ve yiyip içtiklerinin haram olduğunu bilmezler. Kendisinde var zannettiği o hâller, şeytanın oyunudur. Şeytan onu idâresine almış, istediği gibi hareket ettirmekte, o ise velî olduğunu zannetmektedir. Bunlar ne kadar zavallı ve bedbahttırlar."
Günahlar sebebiyle, paslanan gönüllerin kurtuluşu Allahü teâlâya çok tövbe, istigfâr etmek, her zaman Allahü teâlâyı düşünmek, O'nun râzı olduğu, beğendiği işleri yapmak ve hiçbir zaman O'ndan gâfil olmamakla mümkündür.
"Malının çokluğu dillere destan olan Kârûn bile, malının hayrını, faydasını göremedi. Nihâyet toprak altında yok olup gitti."
"Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma. Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir."
"Nefse uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı şeytandır."
"Gariblere merhamet etmek, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetidir. Nerede bir garib görsen, ona olan merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır."
"Gönlü kırık, zavallı ve garib birini görürsen, yarasına merhem ol. Onun yoldaşı ve yardımcısı olmaktan çekinme."
Ahmed Yesevî hazretleri hikmet denilen şiirler yazmıştır. Bu şiirler; Dîvân-ı Hikmet'te toplanmıştır. Şiirleri o zamanda kullanılan ve herkesin anlıyabileceği sâde bir lisân ile söylenmiştir. Bu manzumelerin konuları umûmiyetle şunlardır:
Allahü teâlâyı ve O'nun dostlarını her şeyden çok sevmenin lüzumu:
Aşkın kıldı şeydâ beni, cümle âlem bildi beni
Kaygım sensin dünü günü, bana sen gereksin sen
Söylesem ben dilimdesin, gözlesem bu gözümdesin
Gönlümde hem canımdasın, bana sen gereksin sen
Fedâ olsun sana canım, döker olsan benim kanım
Ben kulum sen Sultanım, bana sen gereksin sen.
Allahü teâlâya tâat, kulluk ile ibâdet ve zikrin önemi ve bunlardan zevk alma:
Ne hoş tatlı Hû yâdı, seher vakti olanda
Baldan tatlı Hû adı, seher vakti olanda
Seher vakti kalkanlar, canın fedâ kılanlar
Aşk oduna yananlar, seher vakti olanda
Seher vakti hoş saat, kalkana olur râhat
Açılır devlet, saâdet, seher vakti olanda
Her gün yanar bu canım, kullukta yok dermanım
Sen bağışla günahım, seher vakti olanda
Hak yolunda olan dervişlerin halleri:
Yol üstünde oturup yolu soran dervişler
Ukbâdan haber duyup yola giren dervişler
Asâları elinde himmet kuru (kuşak) belinde
Rabbim yâdı dilinde, Allah diyen dervişler
Hırkaları eğninde, gönlünde yüz bin ayân
Biliniz, iki cihan, göze almaz dervişler
Sırrı ile söylerler, dile hikmet dizerler
Âşıkla can gözlerler rengi sarı dervişler.
Günâhkârların vaziyeti:
Dünyâ benim diyenler, cihan malını alanlar
Herkes kuş gibi olup, o harama batmışlar.
Molla, müftü olanlar, yalan fetvâ verenler
Akı kara kılanlar Cehenneme girmişler.
Kâdı, imâm olanlar, haksız dâvâ kılanlar
Eşek gibi olarak yük altında kalmışlar.
Rüşvet alan hâkimler, haram alıp yiyenler
Parmağını dişleyip, korkup durup kalmışlar.
Dünyânın geçici olduğu, buradaki lezzetlere zevklere, mal, mevki, görünüş ve gösterişlere aldanmamak gerektiği, ölümün varlığı ve her nefsin ölümü tadacağını da bâzı şiirlerinde işler.
Ey dostlarım, ölsem, ben, bilmem hâlim nice olur;
Kabre girerek yatsam, bilmem hâlim nice olur.
Götürüp lahde koysalar, arkaya bakmadan dönseler
Suâllerimi sorsalar, bilmem hâlim nice olur.
Girse karış adlı yılan, dolansa tene o zaman
Kalmaz bütün bir üstühan, bilmem hâlim nice olur.
Olsa kıyâmetin günü, hâzır olur cümleleri
Kıldığın ameller hani, bilmem hâlim nice olur.
Ahmed Yesevî hazretlerinin vefâtından yaklaşık 200 yıl geçtikten sonra, birgün Büyük Türk Hâkânı Emîr Tîmûr Buhârâ'ya gitmek üzere yola çıktı ve Türkistan'a uğradı. O gece rüyâsında Ahmed Yesevî hazretlerini gördü. Kendisine:
"Ey yiğit! Buhârâ'ya çabuk git! İnşâallah orada sana fetih nasîb olur. Senin başından çok hâdiseler geçse gerek. Zâten oranın insanları senin gelmeni bekliyorlar." buyurdu. Tîmûr Han uyanınca, bu müjdeye çok sevinip, Allahü teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimine çok para verip, Ahmed Yesevî hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırmasını emretti. O da, istenildiği gibi bir türbe yaptırdı. Türbe, bugün hâlâ bütün haşmetiyle durmaktadır.
İngiliz müsteşriki Dr. Eugene Schuyler, Türkistan Seyâhatnâmesi isimli eserinde, Hâce Ahmed Yesevî'nin câmi ve Tîmûr Han tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem türbesi hakkında özetle diyor ki: "Bu büyük câminin arka kısmında türbeli ikinci bir mescid daha ilâve edilmiş durumda olup, câminin dış avlu kapısı fevkalâde büyük ve kemerlidir. Kapının yanında penceresiz, üstü çentikli iki tâne yuvarlak kule yükseliyor. Kapının, büyük bir sanat eseri olarak işlenmiş iki kanatlı tahta kapısı üzerinde bir pencere vardır. Duvarlar işlenirken, iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır. Kûfî yazılarla süslenmiş kubbe, binâyı daha da güzelleştirmektedir. Zelzeleler vesâir sebeplerle çoğu yerlerinin dökülmüş, harâbe hâline gelmiş olduğu bu muazzam binâ, ilk hâlinde kimbilir ne kadar daha güzeldi?
Câminin avlusunda çok güzel bir medrese ile, arkasında; bir kubbe, içinde Arslan Bâbâ'nın, Ahmed Yesevî'nin ve âilesinin yer aldığı türbe vardır. Burada başkalarının yattığı da söylenilmektedir."
Türkistan'ın her tarafından akın akın gelen insanlar, Hâce hazretlerinin türbesini ziyâret etmekte, Câmi-i Hazret adı ile anılan bu câmide namaz kılmaktadır.
DİNLEYİN EY İNSANLAR
Ahmed-i Yesevî'nin, tesirliydi sözleri,
Hidâyete getirdi, binlerle kimseleri.
Bir eseri vardı ki, "Dîvân-ı hikmet" diye,
Doludur insanlara, öğüt, nasîhat ile.
Bir yerde buyurur ki, (Korkunuz, sakınınız,
"Dünyâ adamları"yle, yakınlık kurmayınız!
Dünyâ malı, geçici, hem de aldatıcıdır,
Bu gün senin ise de, yârın başkasınındır.
Aklı olan, buna gönül vermez velhâsıl,
"Âhiret derdi" ile, dertlenmiştir o asıl.
Bu dert, onun öyle çok, sarmıştır ki içini,
Düşünür gece gündüz, Cehennem ateşini.
Günah ve kusûrları, "Dağ gibi" gelir ona,
Bu yüzden boynu bükük, mahcûbdur Allah'ına.
Rabbinin dergâhında, affa kavuşmak için,
Gece sessizliğinde, ağlardı için için.)
Bir yerde buyurdu ki: (Allah'tan başkasını,
Kalbinizden atarak, silin gönül pasını!
Dînin emirlerini, öğrenip ince ince,
Yapın her işinizi, bu esas mûcibince.
Dînin bir edebine, olursa muhâlefet,
Tamâmen "İstidrâc"dır, görülse de kerâmet.
Dünyâ muhabbetini, kalbinden çıkaranlar,
Her iki cihanda da, bulur kıymet, îtibâr.
Dînin emirlerini, gözetin ki her işte,
"Halk" içinde "Hak" ile, olmak da budur işte.
Dînini öğrenmeden, tasavvufla uğraşan,
Kimsenin îmânını gizlice çalar şeytan,
Bâzı hârikulâde, hâlleri görülse de,
Hakîrdir, zîrâ onlar, "İstidrâc"dır hepsi de.
Evliyâ zannetse de, kendisini o kişi,
Hiç mu'teber değildir, indallah hiç bir işi.
Eğer İslâmiyyeti, bilmezse bir müslüman,
Dünyâ ve âhirette, görür çok zarar ziyân.
Alış-veriş ilmini, bilmezse biri eğer,
Hiç farkında olmadan, haram ve şüpheli yer.
Çünkü bildirilmiştir, dinde bunun esâsı,
Bilmeden yapanların, haram olur lokması.
Yine o buyurdu ki: Dinleyin ey insanlar,
Gönüller kararıyor, işlendikçe günahlar.
Bu günâh kirlerinin, temizlenmesi için,
Çok tövbe etmelidir, yolu budur bu işin.
"Allah'ın rızâsı"nı, gözetin ki her zaman,
Ancak böyle kurtulur, âhirette müslüman.
Sakın mala ve mülke, gönül bağlamayın ki,
Elden çıkar sonunda, değildir çünkü bâki.
Malının çokluğuyla, ahmaklar mağrûr olur,
Onlar iki cihanda, bulamaz râhat, huzûr.
"Kârûn" dahî malıyla, öğünürdü ki yine,
Mallarıyle birlikte, geçti yerin dibine.
Kâfir de olsa bile, sakının kalb kırmaktan,
Zîrâ daha günahtır, bu, Kâbe'yi yıkmaktan.
Resûl'ün sünnetidir, gariplere merhamet,
Garip sevindirmeğe, ediniz sa'y-ü gayret.
Görürseniz zavallı, gönlü kırık birini,
Derdine merhem olup, ferâhlatın kalbini.
Zîrâ siz, bu dünyada merhamet ederseniz,
Size de mahşer günü, şefkat eder Rabbimiz.
CUMÂ NAMAZINI NEREDE KILDI?
Zamânın hükümdârı Kazan Han, Ahmed Yesevî hazretlerinin çilehânede Cumâ namazını nerede kıldığını merak edip, talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Dânişmend'i ona gönderip sordu. Bu sırada müezzinler Cumâ namazı için ezân okuyorlardı. Talebe, Hâce'nin huzûruna vardığında henüz bir şey söylemeden, "Gel elimden tut! Cumâ namazına, bugün seninle berâber gidelim." buyurdu. Talebe; "Peki efendim" deyip hocasının elinden tuttu. O anda kendilerini, büyük bir câmi içinde saflar arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra hocasını ne kadar aradıysa bulamadı. Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini görünce ona; "Ey derviş! Burası Mısır'dır ve bu câmi Câmi-i Ezher'dir. Senin hocan, nice zamandır Cumâ namazlarını burada kılar." dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cumâ namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir anda Yesi'ye geldiler. Hâce hazretleri, talebesine gördüklerini gidip Kazan Hana anlatmasını söyledi. Talebe, Kazan Hanın yanına gelip başından geçenleri bir bir anlattı. Kazan Han ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında bir şey diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.
1) Reşehât
2) Dîvân-ı Hikmet
3) Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar
4) Âriflerin Menkıbeleri
5) İstanbul ve Anadolu Evliyâları; cild-2
6) Anadolu Evliyâları
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-6, s.102
8) Büyük Türk Klâsikleri; cild-1
Eser: Evliyalar Ansiklopedisi
Evliyalar Ansiklopedisi
- TAKDİM
- GİRİŞ
- ABAPÛŞ-İ VELÎ
- ABBÂDÎ
- ABBAS MEHDİ
- ABDİL DEDE
- ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ
- ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ (OSMAN) EL-YUNEYNÎ
- ABDULLAH BİN ABDÜLGANÎ EL-MAKDİSÎ
- ABDULLAH EL-ACEMÎ
- ABDULLAH BİN AVN
- ABDULLAH AYDERÛSÎ
- ABDULLAH BİN HÂZIR
- ABDULLAH HERÂTÎ
- ABDULLAH BİN HUBEYK
- ABDULLAH-I İLÂHÎ
- ABDULLAH-I İSFEHÂNÎ (Kutbüddîn-i İsfehbezî)
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED EL-KAYRAVÂNÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED ES-SEKKÂF
- ABDURRAHMÂN NESÎB EFENDİ
- ABDURRAHMÂN SÂMİ NİYÂZİ
- ABDURRAHMÂN TAFSÛNCÎ
- ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî)
- ABDURRAHMÂN BİN YÛSUF RÛMÎ
- ABDÜLA'LÂ KUREŞÎ
- ABDÜLAZÎZ BEKKİNE
- ABBÂS BİN HAMZA EN-NİŞÂBÛRÎ
- ABDULLAH-I DEHLEVÎ
- ABDULLAH BİN DÎNAR
- ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS
- ABDULLAH BİN EBÛ HUZEYL EL-ANEZÎ
- ABDULLAH EFENDİ (Himmetzâde)
- ABDULLAH-I ENSÂRÎ
- ABDULLAH FAHRİ BABA
- ABDULLAH BİN GÂLİB
- ABDULLAH-I GÜRCİSTÂNÎ
- ABDULLAH HADDÂDÎ
- ABDULLAH EL-HARRÂZ
- ABDULLAH HASÎB YARDIMCI
- ABDULLAH HAYDERÎ
- ABDULLAH BİN HÂZIR
- ABDULLAH EL-KASSÂR
- ABDULLAH MEKKÎ ERZİNCÂNÎ
- ABDULLAH BİN MENÂZİL
- ABDULLAH MENÛFÎ
- ABDULLAH BİN MUHAMMED BİN ABDURRAHMÂN
- ABDULLAH BİN MUHAMMED BÂKİ-BİLLAH
- ABDULLAH BİN MUHAMMED EL-HADRAMÎ
- ABDULLAH BİN MUHAMMED MÜRTEİŞ
- ABDULLAH BİN MÜBÂREK
- ABDULLAH-I ŞEMDÎNÎ
- ABDULLAH-I ŞÜTTÂRÎ
- ABDULLAH İBNİ VEHB
- ABDULLAH YÂFİÎ
- ABDULLAH-I YEMENÎ
- ABDULLAH BİN ZEYD
- ABDURRAHMÂN BİN AHMED (Abdurrahmân-ı Zâz)
- ABDURRAHMÂN BİN ALİ SEKKÂF
- ABDURRAHMÂN ARVÂSÎ
- ABDURRAHMÂN EFENDİ (Zileli)
- ABDURRAHMÂN EFENDİ
- ABDURRAHMÂN-I HARPÛTÎ
- ABDURRAHMÂN MAĞRİBÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MEHDÎ
- ABDURRAHMÂN BİN MUHAMMED
- ABDURRAHMÂN BİN YÛSUF RÛMÎ
- ABDÜLAZÎZ DEBBAĞ
- ABDÜLAZÎZ DEHLEVÎ
- ABDÜLAZÎZ DÎRÎNÎ
- ABDÜLAZÎZ BİN EBÛ REVVÂD
- ABDÜLBÂKİ EFENDİ
- ABDÜLEHAD
- ABDÜLEHAD NÛRÎ
- ABDÜLEHAD SERHENDÎ
- ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ
- ABDÜLGAFÛR HÂLİDÎ MÜŞÂHİDÎ
- ABDÜLHÂDİ BEDEVÂNÎ
- ABDÜLHAK-I DEHLEVÎ
- ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ
- ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ
- ABDÜLHAKÎM-İ SİYALKÛTÎ
- ABDÜLHÂLIK GONCDÜVÂNÎ
- ABDÜLHAMÎD BIN NECÎB NÛBÂNÎ
- ABDÜLHAMÎD ŞİRVÂNÎ
- ABDÜLHAY
- ABDÜLHAY CELVETÎ
- ABDÜLHAY EFENDİ (Öztoprak)
- ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ
- ABDÜLKÂDİR DEŞTÛTÎ
- ABDÜLKÂDİR DÜCÂNÎ
- ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ
- ABDÜLKÂDİR SIDDÎKÎ
- ABDÜLKÂHİR SÜHREVERDÎ
- ABDÜLKEBÎR EVLİYÂ
- ABDÜLKERÎM KÂDİRÎ
- ABDÜLKERÎM CÎLÎ
- ABDÜLKUDDÛS
- ABDÜLLATÎF CÂMÎ
- ABDÜLLATÎF EFENDİ (Pamuk Kâdı)
- ABDÜLLATÎF KUDSÎ
- ABDÜLMECÎD ŞİRVÂNÎ
- ABDÜLMELİK ET-TABERÎ
- ABDÜLMUGÎS BİN ZÜHEYR
- ABDÜLMU'TÎ EFENDİ
- ABDÜLULÂ
- ABDÜLVÂHİD-İ LÂHORÎ
- ABDÜLVÂHİD BİN MUHAMMED
- ABDÜLVÂHİD BİN ZEYD
- ABDÜLVEHHÂB BUHÂRÎ
- ABDÜLVEHHÂB-I MISRÎ
- ABDÜLVEHHÂB MÜTTEKÎ
- ABDÜLVEHHÂB-I ŞA'RÂNÎ
- ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ
- ABDÜRRAHÎM İSTAHRÎ
- ABDÜRRAHÎM-İ MERZİFONÎ
- ABDÜRRAHÎM TIRSÎ
- ABDÜRREŞÎD SÂHİB FÂRÛKÎ
- ABDÜRREZZÂK ALİ EFENDİ
- ABDÜSSELÂM BİN MEŞÎŞ HASENÎ
- AÇIKBAŞ MAHMÛD EFENDİ
- ÂDEM-İ BENNÛRÎ
- ADİYY BİN MÜSÂFİR
- AHISKALI ABDULLAH EFENDİ
- AHISKALI ALİ HAYDAR EFENDİ
- AHÎ EVRAN
- AHÎ SİNAN
- AHÎ SİRÂC
- AHMED BİN ABDURRAHMÂN ES-SEKKÂF
- AHMED ABDÜLHAK RADULEVÎ
- AHMED EL-ALESÎ
- AHMED BİN ALEVÎ
- AHMED AMİŞ EFENDİ
- AHMED BİN ÂSIM ANTÂKÎ
- AHMED BÂBÂ TENBEKTÎ
- AHMED-İ BEDEVÎ
- AHMED BEHLÜL
- AHMED BERKÎ
- AHMED-İ BÎCÂN
- AHMED CÂHİDÎ EFENDİ
- AHMED CÜZEYRÎ (Cezerî)
- AHMED DEDE
- AHMED DERDÎRÎ
- AHMED DİYOBENDÎ
- AHMED BİN EBÛ BEKR
- AHMED BİN EBÛ BEKR AYDERÛSÎ
- AHMED BİN EBÜ'L-HAVÂRÎ
- AHMED EFLÂKÎ
- AHMED FEYZÎ EFENDİ
- AHMED GAZÂLÎ
- AHMED BİN HADRAVEYH
- AHMED HAMMÂMÎ
- AHMED BİN HANBEL
- AHMED BİN HARB
- AHMED HAZNEVÎ
- AHMED HİLMİ EFENDİ
- AHMED HULÛSİ EFENDİ
- AHMED BİN HÜSEYİN AYDERÛSÎ
- AHMED BİN İBRÂHİM EL-VÂSITÎ
- AHMED BİN İDRÎS
- AHMED BİN İSHAK
- AHMED İZZET EFENDİ
- AHMED KÂBİLÎ
- AHMED KÂDİRÎ
- AHMED KÂRAZÎ DİYÂRIBEKRÎ
- AHMED İBNİ KEMÂL
- AHMED KİHTÛ
- AHMED KUDDÛSÎ
- AHMED KUSEYRÎ
- AHMED MEKKÎ EFENDİ
- AHMED BİN MESRÛK
- AHMED BİN MEVDÛD ÇEŞTÎ
- AHMED BİN MUHAMMED
- AHMED BİN MUHAMMED HÂNÎ EL-ESREM
- AHMED BİN MÛSÂ EL-ACÎL
- AHMED MÜRŞİDÎ EFENDİ
- AHMED NAHLÂVÎ
- AHMED NÂMIKÎ CÂMÎ
- AHMED NECİBÎ
- AHMED NÛBÂNÎ
- AHMED BİN OSMAN ŞERNÛBÎ
- AHMED BİN ÖMER ZEYLA'Î
- AHMED RAÛFÎ
- AHMED RIFÂÎ
- AHMED SAÎD-İ FÂRÛKÎ
- AHMED SÂRBÂN
- AHMED SATÎHA
- AHMED SAYYÂD
- AHMED BİN SELMÂN EN-NECCÂD
- AHMED ES-SENÛSÎ
- AHMED SİYÂHÎ
- AHMED BİN SÜLEYMAN ERVÂDÎ
- AHMED ŞEMSEDDÎN MARMARAVÎ
- AHMED ŞEYBÂNÎ
- AHMED ŞÎRÂNÎ
- AHMED-İ TİCÂNÎ
- AHMED BİN ÜSTÂZÜ'L-A'ZAM
- AHMED BİN YAHYÂ EL-CELÂ
- AHMED YEKDEST CÜRYÂNÎ
- AHMED YESEVÎ
- AHMED EZ-ZÂHİD
- AHMED-İ ZERRÛK
- AHMED BİN ZEYD
- Ahmed Nasihuddîn
- AHMED ZİYÂEDDÎN GÜMÜŞHÂNEVÎ
- AHMEDULLAH
- AHMEDÜ BAMBA
- AHNEF BİN KAYS
- AKBIYIK SULTAN
- AKŞEMSEDDÎN
- ALÂ BİN ZİYÂD
- ALÂEDDÎN ÂBİZÎ
- ALÂEDDÎN ALİ ERDEBİLÎ
- ALÂEDDÎN ALİ ESVED KARAHİSÂRÎ (Kara Hoca)
- ALÂEDDÎN ALİ FENÂRÎ (Alâeddîn Ali bin Yûsuf)
- ALÂEDDÎN-İ ATTÂR
- ALÂEDDÎN GONCDÜVÂNÎ
- ALÂEDDÎN BİN ESAD LÂHORÎ
- ALÂEDDÎN HAREZMÎ
- ALÂEDDÎN KONEVÎ
- ALÂEDDÎN-İ SÂBİR
- ALÂÜDDEVLE SEMNÂNÎ
- ALEVÎ BİN ABDULLAH
- ALEVÎ BİN ALİ
- ALEVÎ BİN MUHAMMED
- ALEVÎ BİN MUHAMMED SÂHİB-ÜD-DEVÎLE
- ALEVÎ BİN ÜSTÂZ-ÜL-A'ZAM
- ALİ BİN ABDULLAH BİN ABBÂS
- ALİ BİN ALEVÎ BİN MUHAMMED
- ALİ BEHÇET EFENDİ
- ALİ BEKKÂ
- ALİ BİN BENDÂR SAYRAFÎ
- ALİ DEDE BOSNEVÎ
- ALİ BİN EBÛ BEKR EL-İDRÎSÎ
- ALİ EFENDİ
- ALİ EFENDİ (Midillili)
- ALİ BİN EMRULLAH
- ALİ BİN FUDAYL
- ALİ FERÂHÎ
- ALİ GÂLİB VASFÎ EFENDİ
- ALİ GAV SULTAN
- ALİ HÂDÎ (Nakî)
- ALİ HÂFIZ
- ALİ EL-HARÎRÎ
- ALİ HAVÂS BERLİSÎ
- ALİ BİN HEYTÎ
- ALİ İSFEHÂNÎ
- ALİ KAZVÂNÎ (Kîzvânî)
- ALİ EL-MASÎSÎ
- ALİ BİN MEYMÛN MAĞRİBÎ
- ALİ BİN MUHAMMED
- ALİ BİN MUHAMMED BİN BEŞŞÂR
- ALİ BİN MÛSÂ FEŞLİ
- ALİ BİN MUSTAFA ÖMERÎ
- ALİ BİN MUVAFFAK
- ALİ MÜTTEKÎ EL-HİNDÎ
- ALİ MÜZEYYEN
- ALİ NÂTİKÎ
- ALİ NEBTÎTÎ
- ALİ OSMAN EFENDİ
- ALİ RÂMİTENÎ
- ALİ RIZÂ
- ALİ RIZÂ ACARA
- ALİ SEMERKANDÎ
- ALİ SİNCÂRÎ
- ALİ ŞEVNÎ
- ALİ BİN ŞİHÂB
- ALİ BİN YAHYÂ GEYLÂNÎ
- ALİ YEŞRÛTÎ
- ALKAME BİN KAYS
- ALVÂN HAMEVÎ
- ALVARLI MUHAMMED LÜTFİ (Efe)
- AMASYALI SEYDÎ HALÎFE
- A'MEŞ (Süleymân bin Mihrân)
- ÂMİR BİN ABDULLAH
- ÂMİR BİN ABDULLAH ANBERÎ
- AMMÂR-I YÂSER
- AMR BİN DÎNÂR
- AMR BİN KAYS EL-MÜLÂÎ
- AMR BİN MEYMÛN EVDÎ
- AMR BİN MÜRRE
- AMR BİN OSMAN MEKKÎ
- AMR BİN UTBE
- ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ
- ARAB BABA
- ARABÎ FEŞTÂLÎ EL-MAĞRİBÎ
- ÂRİF-İ DİKGERÂNÎ
- ÂRİF-İ RİVEGERÎ
- ASLAN BABA
- ASLAN DEDE (Meczûb)
- AŞÇI YAHYÂ BABA
- ÂŞIK EFENDİ
- ÂŞIK PAŞA
- ATÂ BİN EBÛ REBÂH
- ATÂ EFENDİ
- ATÂ EL-EZRAK
- ATÂ BİN MEYSERE EL-HORASÂNÎ
- ATÂ SÜLEYMÎ
- ATÂ BİN YESÂR
- ATÂULLAH (ATÂÎ AHMED) EFENDİ
- ATEŞBÂZ VELÎ
- ATPAZARLI OSMAN FADLI EFENDİ (KUTUP OSMAN)
- AVDAN BABA
- AVN BİN ABDULLAH
- AYDERÛSÎ
- AYDERÛSÎ (Abdullah bin Abdullah)
- AYDERÛSÎ (Abdülkâdir bin Şeyh)
- AYDERÛSÎ (Ebû Muhammed)
- AYDERÛSÎ (Muhammed bin Abdullah)
- AYDERÛSÎ (Şeyh bin Abdullah)
- AYDÎ BABA
- AYNÎ DEDE
- AYN-ÜL-KUDÂT HEMEDÂNÎ
- AYNÜZZEMÂN CEMÂLEDDÎN-İ GEYLÂNÎ
- AYSÂVÎ (Ahmed bin Yûnus ed-Dımeşkî)
- AZERÎ HAMZA BİN ALİ
- AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ
- AZİZ NESEFÎ
- AZZÂZ BİN MÜSTEVDÎ EL-BETÂİHÎ
- BABA HAYDAR SEMERKANDÎ
- BABA NÎMETULLAH NAHÇIVÂNÎ
- BABA TÂHİR URYÂN
- BABA YÛSUF SİVRİHİSÂRÎ
- BABAZÂDE
- BAHRAK (Muhammed bin Ömer)
- BAHRİ DEDE
- BAHŞÎ
- BAHŞÎ HALÎFE
- BÂKILLÂNÎ
- BÂLÎ EFENDİ (Sekrân)
- BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ
- BAYTAZZÂDE HACI ABDULLAH
- BEDÎ'UDDÎN SEHÂRENPÛRÎ
- BEDREDDÎN SERHENDÎ
- BEHÂEDDÎN BUHÂRÎ (Şâh-ı Nakşibend)
- BEHÂEDDÎN KIŞLAKÎ
- BEHÂEDDÎN BİN LÜTFULLAH
- BEHÂEDDÎN MECZÛB EL-KÂDİRÎ
- BEHÂEDDÎN ZEKERİYYÂ (Muhammed bin Kutbüddîn)
- BEHÂEDDÎNZÂDE (Muhyiddîn Muhammed bin Behâeddîn)
- BEHİŞTÎ
- BEHLÜL-İ DÂNÂ
- BEHRULLAH EFENDİ
- BEKÂ BİN BATÛ
- BEKR BİN ABDULLAH MÜZENÎ
- BEKR BİN ÖMER FERSÂNÎ
- BEKR SIDKI VİSÂLİ
- BEKRÎ
- BEKRÎ (Ebü'l-Mekârim)
- BENÂ KUREŞÎ
- BENNÂN EL-HAMMÂL
- BERBEHÂRÎ
- BERDEÎ SULTAN
- BERK
- BEŞİR AĞA (dârüsseâde ağası)
- BEŞİR AĞA
- BEYZÂDE EFENDİ
- BEYZÂDE HACI MEHMED NÛRİ EFENDİ
- BEYZÂDE MUSTAFA AHISKALI
- BİLÂL-İ MA'RİBÎ
- BİLÂL BİN SA'D
- BİRGİVÎ
- BİŞR-İ HÂFÎ
- BİŞR BİN MANSÛR ES-SÜLEYMÎ
- BOSNALI ABDULLAH EFENDİ (Abdullah-ı Rûmî)
- BOSTAN ÇELEBİ
- BOSTANCI BABA
- BUHÂRÎ
- BURHÂNEDDÎN MUHAKKIK TİRMİZÎ
- BURHÂNEDDÎN BİN MUHAMMED EĞRİDİRÎ
- BUSAYRÎ (Muhammed bin Saîd bin Hammâd)
- BÜNDÂR BİN HÜSEYİN ŞİRÂZÎ
- CABBÂR DEDE
- CÂBİR BİN ZEYD
- CÂFER BİN ABDÜRRAHÎM KİLÂÎ
- CÂFER BİN AHMED ES-SERRÂC
- CÂFER-İ HULDÎ
- CÂFER HUZÂ
- CÂFER MEKKÎ
- CÂFER-İ SÂDIK
- CÂFER-İ SÂDIK BİN ALİ AYDERÛSÎ
- CÂFER BİN SÜLEYMÂN DÂBİÎ
- CÂKÎR EL-KÜRDÎ
- CÂRULLAH VELİYYÜDDÎN EFENDİ
- CELÂL ALİ DEDE
- CELÂL TEHÂNİSERÎ
- CELÂLEDDÎN-İ DEVÂNÎ
- CELÂLEDDÎN EBÛ YEZİD PÜRÂNÎ
- CELÂLEDDÎN-İ HİNDÎ (Kutb-i Rabbânî, Kebîr-ül-Evliyâ)
- CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ
- CELÂLEDDÎN TEBRÎZÎ
- CELÂLZÂDE MUSTAFA ÇELEBİ
- CELÂLZÂDE SÂLİH ÇELEBİ
- CEMÂL HALÎFE
- CEMÂLEDDÎN AKSARÂYÎ
- CEMÂLEDDÎN EZHERÎ
- CEMÂLEDDÎN HANSEVÎ
- CEMÂLEDDÎN MAHMÛD HULVÎ
- CEMÂLEDDÎN-İ UŞŞÂKÎ
- CERRÂHZÂDE
- CEVHERE BERÂSİYYE
- CEZÎRÎ
- CEZÛLÎ
- CİHANGİRLİ HASAN EFENDİ
- CÜBEYR BİN NÜFEYR
- CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ
- ÇANDARLI KARA HALİL HAYREDDÎN PAŞA
- ÇELEBİ ABDÜLCELÎL
- ÇELEBİ ÂRİF KÜÇÜK
- ÇELEBİ BUSTAN
- ÇELEBİ CEMÂLEDDÎN
- ÇELEBİ FERRUH
- ÇELEBİ HALÎFE
- ÇELEBİ HÜSÂMEDDÎN
- ÇELEBİ HÜSREV
- ÇERKEZ ŞEYHİ
- ÇIRAĞ-I DEHLİ
- DA'LEC BİN AHMED
- DÂRENDELİ MUHAMMED HİLMİ EFENDİ
- DÂRENDELİ ÖMER RIZÂÎ
- DÂVÛD-İ HALVETÎ
- DÂVÛD-İ İSKENDERÎ
- DÂVÛD-İ KAYSERÎ
- DÂVÛD-İ TÂÎ
- DAYGAM BİN MÂLİK
- DEDE HALÎFE
- DEDE MOLLA
- DEDE ÖMER RÛŞENÎ
- DEDİĞİ SULTAN
- DEHHÂK BİN MÜZÂHİM
- DEHLEVÎ
- DELİ BİRÂDER (Muhammed bin Durmuş)
- DEMİR HOCA
- DEMİRTAŞ MUHAMMEDÎ
- DERVİŞ AHMED SEMERKANDÎ
- DERVİŞ HACI
- DERVİŞ MUHAMMED
- DERYÂ ALİ BABA
- DESTÎNE HÂTUN
- DIRÂR BİN MÜRRE
- DİMİTROFÇALI MUSLİHUDDÎN EFENDİ
- DURSUN FAKİH (Tursun Fakih)