Kitaplar | Yazarlar | İlmihal | Sohbetler | Hutbeler
06. BERZEVEYH BABI
Bahtigânoğlu Büzürkmihr Tarafından Yazılmıştır*
Daha önce bahsedildiği gibi, Hint eserlerinden
elinizdeki kitabı kopya edip çeviren Fars doktorlarının başı
Berzeveyh Ezheroğlu diyor ki:
Babam savaşçılar [zümresin] dendi. Annem ise
Zemâzime ile meşgul olan büyük ailelerden geliyordu.**
Bolluk içinde yetiştim. Ebeveynim en çok bana değer
veriyordu, diğer kardeşlerimden daha fazla îtinâ gösterdiler
bana. Yedi yaşıma geldiğimde özel öğretmene verdiler beni.
Yazıyı becerdiğimde ebeveynime karşı şükran [hisleriyle]
doldum, ilimle meşgul olmaya başladım. İlk gözağrım tıp
ilmidir. Kendimi iyice verdiğim bu ilmin ne denli gerekli ve
üstün bir ilim olduğunu biliyordum. Yedi sene emek verdim
buna. İşin güzeli, tıbba ilişkin bilgim [ve tecrübem] arttıkça
sevgim ve peşinde koşma isteğim de artıyordu!
Berzeveyh malum, kitabı Hindistan'dan getiren adam. Bu bölüm de
onun hayatı anlatılıyor. Büzürkmihr ise Kisra Anuşirevan'ın veziridir.
Klasik siyâsetnâmelerde pekçok özdeyiş Büzürkmihr'e isnad edilir.
Savaşçılar ve Zemzeme Kitabını okuyan rahipler, Mecûsî toplumunun
iki önemli sınıfıdırlar. Zemâzime, zemzemenin çoğuludur. Zemzeme,
Zerdüşt'ün kitabıdır. Üç kısımdan oluşan kitabın ilk bölümünde tarih,
ikinci bölümünde gelecek, üçüncü bölümdeyse hukuk kuralları ve
ibâdetler yer alır.
"Artık hastaları tedavi etmeliyim!" diye karar
verdiğimde bir iç söyleşi yaptım ve kendimi serbest bıraktım,
herkesin arzu ettiği dört şeyden birini seçeyim diye. Dedim ki:
— Bilgimi bu dört şeyden hangisi için kullanayım?
Hangisi lâyıktır bana? İhtiyacımı hangisinden gidereyim?
Para mı, ün mü, lezzetler mi, âhiret mi? Tıp eserlerinde en
iyi doktorun, "âhiretten gayrı arzusu olmadan mesleğini icra
eden hekim" şeklinde tanımlandığını öğrendim. Böylece sâde
âhireti elde etmek, öte dünyanın mutluluğuna erişmek için
tıbba adadım kendimi...
Ben bu kararı vererek dünyânın tüm zenginliğine eş
nefis bir yakutu beş para etmez bir katır boncuğuna değişen
tacir gibi olmadım. Tabiî, eski kitaplarda okuduğum bir
hakîkat vardı: Öte dünya saadetini gözeterek tip mesleğim
yürüten kişi, dünya zevklerinden yoksun da olmayacaktır.
Bir çiftçi düşünün: tarlaya tohum ekiyor, toprağın bakımını
yapıyor. Amacı güzel bir ürün almaktır, yararsız otlar
bulmak değil. Ama hoş bir mahsul yanında ayrık otları da
büyüyüverir tarlada...
Ben âhiret sevgisiyle, öte dünyanın mükâfaatına erişme
isteğiyle koyuldum işe; hastaları tedavi ettim. Tamamen
iyileşebileceğini yahut biraz olsun toparlanabileceğim ümit
ettiğim hiç bir hastayı alâkamdan mahrum etmedim. Kendim
ilgilenebildiğim kadarıyla ilgilendim. Erişemediğim,
kendisiyle tam meşgul olamadığım hastalara da acılarını
hafifletecek şeyleri tavsiye ettim, ilaç verdim. Hekimlik
hizmeti yaptığım bu insanlardan hiç bir karşılık ve armağan
beklemedim.
Bilgide benim altımda olup statü ve servette benden
üstte olan emsallerime gıpta etmedim. Zaten mal, mevki vs.
ne söz, ne de amel bakımından kendi başlarına güzel bir
davranış veya gidişat sayılmazlar! Benliğimde onların
arasında, onların mevkilerinde bulunmak arzusu depreştikçe
şöyle diyordum kendime:
- Ey Benlik! Menfaatini zararından ayıramıyor
musun? Kavuşanlara gayet külfetli bir yarar sağlayan ve
elden
gittikten sonra da acısı ve derdi büyük olan zahmetli şeylerin
peşinde koşmaktan vazgeçmeyecek misin? Ey Benlik! Bu
dünyâdan sonrasını bir düşünsen iştahlı iştahlı sarılmak
istediğin dünyalıkları unutursun! Utanmaz mısın hiç, göz
açıp kapayınca geçiveren dünyaya tutkun sebebiyle âdi
kişilere yârenlik etmekten? Dünyâdan azıcık bir şey
koparıveren adam aslında o parçaya da sahip değildir.
Elindeki ebedî değildir ki! Ancak kendini kandırmış
avanaklar alışır, sevgi duyar su dünyâya!
Ey Benlik! Kendine gel, bu yararsız boş davranışları
bırak! Tüm gücünü iyilik yolunda harca! Kötülük
yapmaktan kaçın!
Unutma! Şu beden bazı kusurlara hâzır bir vaziyette
yaratılmıştır. İçinde birbiriyle dövüşen bozuk unsurlar
vardır. Bunlar hayat iksiri ile birbirine bağlanmıştırlar.
Hayatın sonu ise yokluk... Bir heykeli düşün, bir araya
getirilirken uzuvlar tek tektir. Çivilerle ve tellerle birbirine
bağlanmaktadırlar. Çivi söküldüğünde parçalar dağılıverir,
bir şey kalmaz geriye!
Ey Benlik! Sevdiklerinin ve dostlarının da sohbetine
aldanma! Kendini tamamen bununla tatmin etme!
Yarenlerin sohbetinde neşe ve gülüş vardır, lâkin külfeti de
çoktur ve sonu ayrılıktır tüm dostlukların. Bir kepçe düşün!
Henüz yeniyken çorbanın sıcaklığına dayanır, bu iş için
kullanılır. Ama gün gelip kırılınca bir odun olarak yakılır!
Ey Benlik! Ne ailen ne de akrabaların, "onları
gözetmen gerektiğini" düşündüğün için sevk etmesin seni
servet yığmaya! Böyle yaparsan güzel güzel kokan,
başkalarını ferahlatıp kendini yakan tütsü gibi olursun!
Ey Benlik! Şu geçici dünyâya yaslanma! Dünyâ ehlinin
değerli saydığı mevkîye ve [yalancı] bakaya tamah ederek
aldanma dünyâya! Niceleri var ki gözünde devleştirdiği
şeyden kopmadıkça anlayamaz o şeyin ne denli küçük
olduğunu! Tıpkı saç gibi, baştayken sahibi ona kıymet verir
ve hizmet eder. Ayrıldığında onu pislik sayar ve bir kenara
atıverir!
Ey Benlik! Hastaları gözetip tedavi etmekten bıkma!
Musibete uğramışın derdine derman olmak için çırpınan ve
sadece sevap kazanmak için koşturup duran adama bak; bak
da ders al! Onun yaptığı iyiliği çok daha fazla insana
yapabilen bir doktorun durumunu düşün! Hakîkaten sevaplı
bir davranış olurdu bu!
Ey Benlik! Âhireti unutup dünyâya bağlanma! Ve "az
olsun peşin olsun" diyen tacir gibi olma! Adamın bir ambar
dolusu baharatı varmış, lâkin "Bunu yavaş yavaş tartarak
satarsam bayağı vakit alır" diyerek gayet düşük bir fiyata bir
komisyoncuya vermiş hepsini!
Ben herkesin birbirinden farklı düşündüğünü, farklı
arzularla yandığını gördüm. Herkes birbirini yadsıyor,
herkes birbirine düşman, birbirinin ardından konuşuyor;
birbirinin sözüne aykırı herkes...
Bu duruma tanık olunca, hiçbirinin yolundan
gitmemeyi doğru buldum. Anladım ki onlar arasında ne
idüğünü bilmediğim birinin ardından gidersem şu aldanmış
tasdikçi gibi olurum:
Anlatılanlara göre hırsızın biri kendi avânesini yanına
alarak bir zengin konağının çatısına çıkmış. Ev sahibi
tavandaki çıtırtılardan uyanarak hanımını da uyandırmış.
Ona durumu bildirmiş ve demiş ki:
— Sessiz ol! Galiba hırsızlar evin üstüne çıkmışlar.
Şimdi sen beni onların duyacağı bir sesle uyandıracak ve
"Söyler misin, bunca malı nerden elde ettin?" diye soracaksın. Ben cık-mık yapsam da sen ısrar et, "Allah aşkına!" diyerek yemin içip beni konuştur sonunda!
Hâtûn kişi kocasına uymuş ve dediklerini yapmış.
Hırsızlar karı-kocanın sözlerine kulak kesilmişler... Adam
diyormuş ki:
— Be kadın! Takdir-i ilâhi sana büyük nimet vermiş, bunca servet nasîb etmiş! Üzümü ye bağını sorma! Sonra sana söyleyiveririm de ikimizin canını sıkan şeyler olur, sözlerim başka
sının da kulağına gideceğinden ötürü! Kadın diretiyormuş:
— N'olur anlat bana! Hayatım hakkı için, şu anda etrafımızda bize kulak kabartacak kimse yok!
Adam:
— Peki, açık konuşayım öyleyse: bu malı hırsızlıktan
elde ettim? Kadın:
— Ne? Nasıl oldu, ne yaptın?
Adam:
— Hırsızken bir şey öğrendim, iş gayet kolay geliyordu.
Bu bilgim sayesinde herhangi birinin beni suçlamasından ya da benden kuşkulanmasından kurtuluyordum.
Kadın:
— Söyle bana neymiş bu!
Adam:
— Dolunaylı gecelerde arkadaşlarımla işe çıkardım. Bizim gibi zengin birinin damına tırmanırdım. Nihayet ışığın
süzüldüğü deliğe varır, yedi defa "Şevlem, Şevlem" derdim
tılsım olarak. Böylece yarıktan süzülen ışık huzmesine sımsıkı sarılır, aşağı inerdim de kimsecikler anlayamazdı. Ne
var ne yok her şeyi götürürdüm evden. Sonra aynı tılsımı yine yedi defa okur, ışığa sarılırdım. Işık beni çekerdi, dostlarımın yanına yükselirdim. Sağ salim dönerdik...
Yukarıdaki hırsızlar bu hikâyeyi dinleyince:
— Bu gece dilediğimiz kadar mala kavuşacağız! dediler.
Sonra uzun bir bekleyişe geçtiler. Nihayet ev sahibinin,
hâtunuyla uyuduğuna kanâat getirdiklerinde çete başı
kalkarak ışık yarığının yanına geldi, yedi defa "Şevlem,
Şevlem" deyip ışığı kucakladı evin içine inmek niyetiyle!
Tepetaklak orta yere düştüğünde ev sahibi koca bir sopayla
dikiliverdi başına:
— Kimsin sen? diye sordu. Hırsız başı cevap verdi:
— Ben hırsızım, ebediyyen olmayacak bir şeye inanan
aldanmış herif! İşte akıbet!
İşte ben de gerçekleşmeyecek hususa inanmaktan
kaçınıp böyle bir şeye inandığım takdirde tehlikeye
düşeceğimi
iyice anladıktan sonra dinleri araştırmaya ve en doğru olanı
bulmaya koyuldum. Lâkin konuyla ilgili olarak soru
yönelttiğim hiç kimse ikna edici bir yanıt vermedi bana.
Zaten verilen cevaplarda akla uyup inanılacak bir şey
yoktu. O zaman içimden dedim ki:
"Kendisinden [doğru bilgi] alacağım güvenilir birini
bulamadım. Öyleyse babalarımın, dedelerimin sarıldığını
gördüğüm dine inanayım" Ve inandım da. Daha sonra içimde
bir çözüm ürettim ve dedim ki:
"Eğer bu tavrı takınan kişi mazur olacaksa babasının
sihirbazlık yaptığını gören ve onun izinden giden adamı
kınamamalı! Hatta aklın hiç kabul etmeyeceği bu tür
hallerin tümünü yergiden azat etmeli!
Aklıma çok yemek yediği için kötülenen adamın sözü
geldi:
"Babam ve dedem de böyle iştahlıydılar!" demişti o.
Sonunda hiçbir geçerli sebep bulamadım, babalarımın
ve dedelerimin dininde kalmak konusunda. Oysa bayağı
gayret sarf etmiş, kendimi zorlamıştım. Atalar dininde sabit
kalma konusunda kendimi kandıramadığım gibi dinleri
araştırma, soruşturma ve derin derin düşünmeye meyyal
buldum ruhumu. Birden kafama dank etti, gönlüme
çöreklendi ki dünya hayatı çabuk bitecektir; ecel yakındır,
burada yaşayanlar siliniverecektir, zaman onların yaşamım
kemirip eritecektir... Şöyle düşündüm:
Belki de ecelim yaklaştı, dünyadan göçme zamanım
geldi. Evvelce en iyi olmasını ümit ettiğim övülen işleri
yapardım; bu durumda tereddütle kalışım, daha önce
yapmakta olduğum iyi işlerden alıkoydu beni! Gönlümün
arzusuna kavuşmadan ecelim buluverir beni ve şu adamın
uğradığı belâya duçar olurum:
Anlatılanlara göre bir adam, zenginlerden birinin
evindeki hizmetçi ile anlaşmış. Ev halkının dışarı çıktığı bir
gece eve gelecek, hizmetçi de ona tüm eşyaları verecekmiş.
Beriki eşyaları pazarda satacak, parasını da ötekiyle pay
edecekmiş.
Ev halkı toptan evden çıkıvermiş bir gece... Hizmetçi
evde yalnız kalınca verdiği sözü tutarak arkadaşını
haberdar etmiş. O da gelince ikisi beraber eşyaları
toparlamaya başlamışlar ki kapı çalınmış! Evde berikinin
bilmediği bir diğer kapı varmış su kuyusunun yanında.
Hizmetçi telaş ve endişeyle:
— Hemen kuyunun yanındaki kapıdan çık! demiş
adama. Eliyle de kapıyı gösteriyormuş. Adam heyecanla o
yöne ilerlemiş, kapıyı bulmuş ama su kuyusu yok! Dönüp
seslenmiş:
— Kapıyı buldum ama su kuyusunu bulamadım!
Hizmetçi:
— Dangalak herif! Ne edeceksin kuyuyu? Zâten kapıyı
bulabilmen için kuyudan bahsetmiştim sana! Kapıyı bulduysan çabuk sıvış! Adam cevap yetiştiriyormuş:
— İyi de kuyu yoksa ne diye bahsettin kuyudan?
Hizmetçi:
— Yazıklar olsun sana ahmak adam! Şimdi aptallığı ve
tereddüdü bir kenara at da kendini kurtar! demiş. Adam söylenmeye devam ediyormuş:
— Nasıl gideyim ben? İşi karışık gösterdin bana! Kuyudan bahsettin ama kuyu yok...
O böyle söylenirken ev sahibi dalıvermiş içeriye, onu
yakalayıp dövmüş ve kadıya teslim etmiş...
Ben de korktum böyle bir tereddüde düşmekten!
Endişe ettiğim nahoş bir duruma mâruz kalmamalı, tüm din
ve inançlara uygunluğu hususunda herkesin tanıklık
edeceği bir iş ve davranışta bulunmalıydım. Bu yüzden
vurmak, öldürmek ve çalmaktan korudum kendimi.
Kalbime nefret, kızgınlık ve ihanet sokmadım. Dilimi yalan,
iftira, gıybet, dedikodu ve kötülük için kımıldatmadım.
İçimden inandım ve karar verdim: Hiç kimsenin hakkını
çiğnemeyeceğim; kıyamet, yeniden diriliş, mükâfaat ve
cezayı inkâr etmeyeceğim, kendinden başka ilah
bulunmayan Allah'a iman edeceğim...
Böylece kötülerden ırak oldum, iyilere yaklaştım
gücüm yettiğince. Bildim ki doğruluk hiçbir dostun yerini
tutamayacağı bir rehberdir. Allah'ın yardımıyla doğruluğu
kolayca elde ettim. Gördüm ki doğruluk sadece hayrı gösterir,
dost dosta nasıl iyilik gösterirse öyle. Doğruluk harcamakla
eksilmeyen hatta güzelliği artan bir şeydir. Anladım ki hep
bir korku vardır: sultan gasp eder, su boğar, ateş yakar,
hırsız çalar, canavar ve yırtıcı kuşlar parçalar diye. Oysa
bu tür korkulara yer yoktur doğruluğun nezdinde.
Kısa vâdede elde edeceği azıcık malı, nimeti dâim olan
büyük bir servete tercih eden adam şu tacire benzer diye
düşündüm:
Rivayete göre paha biçilmez bir inciye sahip olan tacir,
bunu deldirmek için günlüğü yüz dinara bir adam kiralamış,
evine getirmiş. Evin bir köşesinde ceng varmış. Tacir,
mücevherat işi yapan adam sormuş:
— Ceng çalmayı bilir misin?
— Evet! diyen kuyumcu meğer ceng ustasıymış aynı zamanda.
Mücevheratçı cengi eline alıp tacire göstermiş
maharetini, en temiz ve tiz sesleri çıkarmış aletten... Tâcirse
dört köşe vaziyetlerinde elini ve başını sallıyormuş. Böylece
gün akşam olup güneş devrilirken adam seslenivermiş:
— Hadi söyle de versinler paramı!
— Sen ücrete değer bir şey mi yaptın ki? diye çıkışmış tacir.
— Ben, senin emrettiğini yaptım! İşçiyim ve
söylediğini yaptım! diye cevap vermiş mücevheratçı. Bu
sözle de kalmamış lafı uzattıkça uzatmış ve tacirden yüz
dinarı koparmış! Öte yandan inci de delinmemiş...
* * *
Dünyaya ve dünyevî tutkulara baktıkça değersizliğine
ilişkin inancım arttı ve kaçtım ondan, ibâdet ve zabitliğin öte
dünyâ için yolu düzelttiğini gördüm, babanın öz evladını ha-
Köpeğin suya bakıp atlayarak kendini telef etmesi
yata hazırlaması gibi. Kesin olarak bildim ki ebedî nimete
açılan kapı zabitliktir. Dünyâya tutkuyla bağlanmayan
insan, her işini huzur ve sükûnetle yapar, şükreder,
alçakgönüllü davranır; kanaatkar olduğu için ihtiyacın
tuzağına düşmez, başa gelene razı olur, gam ve kedere
boğulmaz... Zahit insan elinin tersiyle bir kenara itmiştir
dünyâyı, kötülüklerden arınmıştır, ihtirasları terketmiştir,
yersiz kıskançlığı bırakıp muhabbet ehli olmuştur. Onun
gönlü cömertçe dağıtır, onun aklı akıbeti görür, o
pişmanlıktan azat olmuş insanlardan uzakta kalmış, onların
[şerrinden] kurtulmuştur.
Ama "dünyayı bir kenara bırakıp zâhitlik yolunu
tutarsam beceremem" diye endişelendim. Daha önce faydalı
olduğuna inandığım ve dünyâdayken olumlu sonuçlarını
gördüğüm işleri de bırakabilirim diye korktum. O zaman
hâlim şu köpeğinki gibi olurdu:
Bir köpek ki kemiği dişleyip nehrin hizasında seğirtiyor
ve kemiğin aksini suda görünce dalıyor ırmağa! Neticede
hem kemiğini kaybediyor, hem de suda hiçbir şey bulamıyor.
İşte bu yüzden çekindim zühdden. Öyle ya, usanabilir
ve sabırsız davranabilirdim. Daha sonra mukayese yaptım:
bir yanda zabitlikten ötürü başıma gelen bela, eziyet, ve
kötü vaziyetler diğer yanda dünyaya pençeleriyle sarılan
adamın uğrayacağı musibetler... Kesin olarak karara vardım ki
dünya tutkularının hiçbiri neticede eziyetsiz ve kedersiz
kalmıyordu...
Dünyâ acı su gibidir, içenin sadece susuzluğu artar.
Dünyâ, itin dişleri arasındaki kemik gibidir: it, et
kokusunun verdiği iştahla habire ısırır ve yalar kemiği.
Neticede ağzı kanar.
Dünyâ, bir didim et bulan çaylak kuşunun hâlini
anımsatır. Kuşlar cümleten üşüşüverir onun başına. Çaylak
zıplar, döner, direnir. Nihayet yorulur ve eti bırakır.
Dünyâ, dibine zehir çökmüş bal kadehi gibidir. İlk
yudumda tadı hoş gelir. Lâkin sonu korkunç bir ölümdür.
Dünyâ, bir anda ışıyan ve aydınlık ümidi veren sonra
da ansızın silinen şimşek gibidir. Ardından yine karanlık
gelir.
* * *
Bunların düşündüm işte. Sonra zühde yöneldim,
içimdeki güçlü arzu iletti beni zâhitliğe. Artık öz benliğimle
savaş ediyordum. Nefsim, ancak yol açtığı kötülükler içinde
rahatça yüzer! O, bazen karar verir de derhal çiğner kararını
ve şu kadıya benzer:
O karşısına çıkan davacıyı dinlemiş ve derhal haklı
olduğunu belirtmiş! Ardından dâvâlıya kulak verince
ilkinin aleyhine hüküm vermiş!
İşte böyle... Zabitlik yoluna girdiğim zaman başıma
gelecek sıkıntıları düşündüm ve kendi kendime söylendim:
"Sonsuz bir huzur ve güvenliğin yanında bu sıkıntıların
ne önemi var ki!" Nefsimin tutkuyla bağlandığı dünyâ
zevklerini aklıma getirdiğimdeyse:
"Sonsuz bir musibet ve azaba götürecek olan bu
zevkler ne kadar da ağır ve acı!" diyordum. İnsanoğlu
upuzun bir mutluluktan önce gelen kısa bir zorluk
dönemini nasıl da büyütür ve kerih görür! Öte yandan bir anlık lezzet ve
mutluluğu tadar da peşinden sonsuz acılara, musibetlere maruz kalır.
Yine kendi kendime şöyle diyordum:
İnsana dense ki her gün bedeninden bir parça et
koparılmak koşuluyla yüz sene yaşayacak ve tüm elemlerden
kurtulup sonsuz huzura ve sevince ereceksin... Bunca yılı, ayı
ve günü çok görmemesi gerekirdi her halde! İnsan dünyâya
değer vermeden kanaatkarca yaşayacağı birkaç güne niçin
sabretmez? Değil mi ki o eziyetli günlerden sonra büyük
iyiliklere ve saadete kavuşacaktır! Kaldı ki dünyâ tümüyle
sıkıntı, belâ ve azaptır hakikatte... İnsan anasının karnında
meydana geldiği andan hayatını noktaladığı ana kadar bir
sıkıntıdan diğerine koşturup durur.
Tıp kitaplarından okuduğumuza göre eli yüzü düzgün
bir çocuğun ham maddesi olan nutfe rahme düşünce,
annenin kanı ve suyuyla karışır. Böylece pekişir ve
kalınlaşır. Sonra hava girer devreye ve o su-kanı olgunlaştırır
da peynir kıvamında bırakır. Daha sonra gayet pek, katı bir
yoğurt kıvamına gelir. Bu cismin daha ilk zamanlarında bazı
organları oluşur. Çocuk kızsa yüzü annesinin yüzüne
doğrudur, erkekse annesinin sırtına doğrudur. Mini mini
elceğizleri, iki yanağındaki elmacık kemiklerinin üstünde,
çenesi de diz kapaklarına bitişiktir. O, dölyatağında dört
bir yanı sımsıkı bağlı bir bohça gibi durur. Dar bir soluma
yeri vasıtasıyla nefes alıp verir. Onun her organında mutlaka
bir bağ vardır, sıkıca saran... Düşünün, üstte sıcak mı sıcak
bir karın; altta o köşeye özgü bir darlık ve karanlık... Çocuk,
göbeğinden çıkan bir kordonla anasının bağırsağına bağlıdır,
tüm besinini bu yolla alır. Doğum vaktine kadar böyle
daracık ve ışıksız bir yerde bekler durur çocuk...
Doğum anı gelince rahme bir rüzgar gönderilir, cenin
kıpraşır, kımıl kımıl kurtulmak ister o daracık zorlu
mekândan. Ve başını çıkışa doğru uzatır. Yere düşüp
havayla ya da bir insan eliyle temas etti mi teni, kıvranır
acılar içinde bebek tıpkı derisi soyulan yetişkin gibi.
Çocuk yine çeşitli sıkıntılar içindedir. Acıkınca yemek,
susayınca su, bir organı acıdığında merhem isteyemez.
Doğarken acı çeker, taşınıp kundağa sarılırken acı çeker,
tenine yağ sürülüp ovalanırken azap içindedir. Sırt üstü
bırakılınca bir tarafa dönemez. Süt emer, ıstırap hisseder.
Süte alışır ama bu sefer de eğitim eziyetleri başlar.
Öğretmen sıkıntı verir ona; ders ve yazı da ayrı
bıkkınlıklardır onun için. Bu da yetmez. İlaç içme, yemekte
perhize girme, hastalıklarla uğraşma gibi dertler de vardır
kaderinde.
Yetişip erginleşince geçim derdi, mal yığma ve çocuk
eğitimi onun tüm vaktini alır; bunlarla uğraşırken iyice
yorulur. Bir de içinde düşmanları vardır. Bunlar
kendisinden hiç ayrılmayan safra, sevda, yel, balgam, kan,
öldürücü zehir, ısıran yılandır.* Yırtıcı hayvanları ve haşerat
korkusunu da ekle buna! Mevsimlerin art arda gelmesiyle
sıcak, soğuk, yağmur ve fırtınalar da yorar insanı. Eh,
ihtiyarlayabilecek kadar yaşarsa yaşlılığın getirdiği dertleri
de eklemeli buna...
İnsanoğlu bu saydıklarımızdan endişe etmese,
hepsinden kurtulup huzurlu bir yaşam süreceğini düşünse
de asla aklından çıkarmaması gereken gerçekler vardır:
Ölüm gelecek, o dünyadan bir gün elbet geçecektir. İşte
o an, dostlardan, akrabadan, servetten ve cümle alemden
esirgediği, gözü gibi baktığı dünyalıklardan ayrılış vaktidir.
Ve ölümden sonra da nice korkular vardır.
İnsan bunları düşünmüyorsa ihmalkârdır, âcizdir,
bayağılaşmıştır aslında! Bu huylarından ötürü yerilmeye de
lâyıktır. Gerçeği gözleriyle gördüğü, hakikati bildiği halde
elinden gelen son bir gayretle yarın için hazırlık yapmayan,
dünyânın yaldızım ve boş tutkularını bir kenara atmayan
[ahmak] kimdir acaba? Hele hele belirsiz ve boz bulanık
iken berrak gibi sanılan şu zaman içinde [ne kadar da
çoktur aldatıcılar!] Zîrâ her ne kadar hükümdar tedbirli,
dirayetli, ileri görüşlü, büyük gayeli, adaletli, ümitvar,
dürüst, vefakâr-
* Eski tıbbın kavramlarındandır.
iyiliksever, dâima hayırla meşgul, halkı bilen, tebasının
işleriyle ilgilenen, onların ne yapıp ettiklerine bakan,
bilgiye âşık, iyileri ve iyiliği seven, zâlimlere göz
açtırmayan, cesur, idarede otoriter, yönetilenlerin taleplerine
karşı ölçülü bir tarzda müsamahakâr, şikayetleri dinleyip
istenilmeyen nahoş durumları halletmede mahir ise de biz
görmekteyiz ki zaman her yerde sırtını dönmüştür
[insanlara]! Sıtkı sıyrılmıştır şu güruhların! Kaybedilmemesi
gereken kıymetler kaybedilmiş, tek başına varlığı dahi
kötülük getiren şeyler varolmuştur! İyiliğin çehresi
sararmış, kötülüğün suratı parlayıvermiş! Anlayış tüm
usulleriyle kayıptır. Hak mahzun ve kırıktır; bâtıl onun
yerine geçmiştir şimdi. Yöneticiler keyiflerince hükümler
vererek doğruyu silmişlerdir. Mazlumlar, uğradıkları zulmü
bas bas bağırdıkları, her yana duyurdukları halde zâlim
sadece nefsini dinler, onu yüceltir olmuştur. Hırs dört bir
yana ağzını açmış, yakında ve ırakta ne bulursa yutar
olmuştur. Gönüldaşlık ve sevgi bilinmez olmuştur. Kötüler
göğe yöneliyor yükselmek amacıyla ve iyiler yerin altını istiyor
sanki! Mertlik zirvelerden çukurlara yuvarlanmış, alçaklık
"yükselen değer" olmuş, otorite erdemlilerden çıkıp
seviyesizlere geçmiştir. Sanki dünya hep bir ağızdan azgın
azgın bağırıyor:
"İyilikler kayboldu, kötülükler sivrildi!" deyip seviniyor.
İşte böyle dünyâyı ve dünya işlerini düşünüp insanın
buradaki en değerli yaratık olmasına rağmen dâima kötülük
ve keder içinde kararsız ve bedbaht kaldığını anlayınca
dedim ki: Aklı başında tüm insanlar kanmış bu dünyaya!
Ve kendi için güzel işler yapmamış, azatlığı için çare
aramamıştır burada! Böyle dedim ve şaştım! Baktım ki
insanı kendi azatlığı için çare aramaktan alıkoyan husus,
basit bir zevktir: Görmek, işitmek, koklamak, tatmak,
dokunmak... Bunlar aracılığıyla değersiz şeylere kavuşma,
"sahip olma" duygusundan bahsediyorum. Bildim ki insanı
uğraştıran, kendini bilmek ve kurtarmaktan alıkoyan bu
histi.
Bir misal aradım buna ve şu adamı buldum:
Kişinin kuyuya düşmesi ile ilgili istiare: Dünya kuyu,
kuyudaki dört hayvan ise bedendeki dört karışım
Kudurmuş bir filden kurtulmak isteyen adam kendini
kuyuya salmış, elleriyle iki dala tutunuyormuş, ayakları
içerde bir şeylere değiyormuş... Bir de ne görsün, dört yılan
başlarını deliklerinden çıkarıyor! Biraz daha dikkatli bakınca
en dipte bir ejderha ağzını yay gibi açmış, adamın
düşmesini bekliyor. Gözlerini umutsuzca iki dala diken
bedbaht, iki fare görmez mi! Biri siyah diğeri beyaz,
elbirliğiyle kemiriyorlar dal köklerini. İşte böyle derdiyle
yandığı, çare aradığı bir anda oracıkta bir peteğe ilişmiş
gözü! Hemen bala sulanmış, lezzetiyle aldanmış; kötü halini
unutup çâre aramayı bırakmış. Hiç aklına gelmiyormuş:
ayakları dört yılanın üstüne doğru sallanıyor, kendi de ne
zaman düşeceğini bilmiyor! Fareler kemiriyor, dal kaparsa
ejderhanın ağzına girecek! Böyle oyalanıp aymaz aymaz
sallanarak balın tadıyla mest olmuşken küt diye düşüvermiş
canavarın ağzına ve işi bitmiş...
Burada neyi neye benzettim? Kuyu: afetler, kötülükler,
korkular ve felaketlerle dolu dünyâdır. Dört yılan, bedendeki
dört karışımdır. Zira bunlar ya da bunlardan biri azdığında
yılanların zehirli dişi ve öldürücü ağzı gibi olur! İki dal, bir
gün mutlaka bitecek olan hayat süresidir. Siyah ve beyaz
fareler eceli getiren gece ve gündüzdür. Bal, insanın elde
edebildiği fâni lezzetlerdir, insan bu lezzetleri tadar, işitir,
koklar,
görür ve eline alır da kendi öz benliğiyle ilgilenecek vakit
bulamaz! O âhireti unutmuş asıl yolundan sapmıştır artık.
Sonuçta kendime hoşça bakmaya başladım. Gücüm
yettiğince davranışlarımı güzelleştirdim. Kim bilir doğruya
erişeceğim, kendime egemen olacağım, işlerimi kıvamına
getireceğim bir zaman gelir hayatımın akışında. Böylece
devam ettim, pek çok eserin örneğini çıkardım ve bu kitabın
da bir örneğini çıkarıp döndüm Hint elinden.
Hükümdar Debşelîm, brahmanlerin başı olan filozof
Beydebâ'ya dedi ki:*
— Bana, birbirlerini sevdikleri halde yalancı ve hilekâr
birinin ilişkilerine karışmasından sonra birbirine düşman
kesilen iki insana dâir bir örnek getir...
Beydebâ dedi ki:
Bazan iki dost, aralarına yalancı ve hilekâr birinin
girmesi [gibi bir imtihanla] sınandıkta yüzçevirirler
birbirlerinden... İşte örneği:
Destâvend diyarında üç yiğit evlada sahip bir ihtiyar
baba vardı.** Çocuklar sorumsuzca tüketiyorlardı
babalarının servetini; sermâyelerini çoğaltacak bir zanaata
yanaşmıyorlardı. Baba onları avareliklerinden ötürü kınadı
ve uyardı. Söylediklerinin bir kısmı şöyledir:
* Pehlevice aslı Debşelem'dir. Bazı elyazmalarda Dîselem ve Dîşelem
olarak da kaydedilmiştir. Bu kralın, milattan önce 226 yılında
Hindistan'a giren İskender tarafından mağlup edilen bir Hint
hanedanından geldiği sanılmaktadır.
Beydebâ: Hintçedeki adının Vişnugermen olduğu sanılıyor. Brahmanlar:
Hindu dininde ilahların en büyüğü Brahma'dır. İşte bu sistem içinde
Brahma'ya tapanların en yüksek rütbeli din adamına Brahman denilir.
** Bazı elyazmalarında Destâbâd ve Desnâ şeklinde kaydedilmiştir.
Hintçede Dekkeşinabata diye bilinir. Bugünkü adıyla Dekken yöresi.
— Evlatlarım! Dünya adamı üç şey peşinde koşar;
bunları da dört şeyle elde eder. Peşinde koştuğu üç şey:
geniş rızık, halk için muteber bir mevkî ve âhiret azığıdır.
Bunlara kavuşmak için ihtiyaç duyduğu şeyler ise en güzel
yoldan para kazanmak, kazanılanı iyi korumak, onu
arttırabilmek sonra da aileyi ve dostlar sevindirecek şekilde
harcama yapmak... Böylece âhirette mükâfaata dönüşecek
olan gerçek menfaati elde etmiş olur. Bunlardan birini
yapmayan, elbette erişemeyecektir arzusuna. Zira çalışıp
kazanmazsa geçimini sağlayacak malı olmaz. Malı ve
kazancı olur da güzelce muhafaza etmezse derhal tüketir her
şeyini; cıscıbıldak kalır ortada! Servetini bir kenara koyar da
nasıl arttıracağını bilemezse; hazıra dağ dayanmaz derler,
azıcık azıcık bile harcasa bitirir birgün malını! Sürme bile
her göze sürülüşte çöpün ucuyla azıcık alındığı halde
tükenmiyor mu hızla? İnsan, servetini usûlüne uygun bir
şekilde gerektiği gibi harcamazsa beş parasız kalmış fakir
durumuna düşecektir! Kaldı ki şu [malını bir yere koyup hiç
dokunmama] halinde bile hesapta olmayan bazı olaylar
neticesinde servet, heba olmaktan kurtulamayabilir. Bir
depo düşün: su habire içine doluyor ama onun bir çıkışı,
hava alacağı deliği yok; bu durumda depo kenarında oluşan
bir çatlak sebebiyle su sızdırmayacak mıdır? Hatta büyük
bir patlamayla biriktirdiği tüm suyu salıvermeyecek midir?
İhtiyarın oğullan, baba nasîhatına kulak vermişler, "bu
sözlerde hayır var" diyerekten ona güvenmişler. Çocukların
en büyüğü Meyyûn denilen diyara doğru yola revan olmuş.*
Yol üzerinde batak mı batak bir yere gelmiş. Arabasını
çeken Şetrebe ve Nendebe adlı öküzlerden birincisi çamura
batınca bir yandan sahibi, diğer taraftan arkadaşları gayret
etmişler, hayvancağızı kurtarmaya çalışmışlar.** Ne yazık
* Meyyûn: Hintçe aslında Pançatantra deniliyor.
** Şetrebe Hintçesinde Şantsaba olarak geçiyor. Nendebe ise Nanda olarak
kaydedilmiş. Ancak Arapça elyazmalarda bu kelimenin sonuna "ba"
eklenerek iki kelime arasında uyum sağlanmıştır: Şetrebe, Nendebe
Öküz Şetrebe böğürüyor.
ki güçleri yetmemiş buna... Adam oradan çekip gitmeye
karar vermiş; belki çamur kuruyuverir de öküzü çıkarma
imkânı doğar diye birini bırakmış. Öküzü alıp getirmesi
gereken adam güneş batarken -çevrenin ıssızlığından
olacak- can sıkıntısıyla kalkmış yerinden, öküzü dert
etmeyerek yola düşmüş ve yetişmiş arkadaşına. Ona öküzün
canverdiğini söyleyerek lafını bağlamış:
— Ecel insana gelmeye görsün; helâkâ yol açacak sebeplerden ne denli korkup kaçsa da hiçbir şey fayda etmez,
düşüverir kucağına ölümün... Çoğu kez didinip durması ve
korunma çabası ayrıca yük olur ona! Hikâyesi dillerde gezen şu adam gibi: Herif yırtıcıların şerrinden kurtulmak
için sarp mı sarp, zorlu bir yerden geçiyor ve buranın gayet
tehlikeli olduğunun da farkında... Henüz yolun başların
dayken karşısına canavar bir kurt çıkıvermesin mi? Kurdun
iştahla kendisine seğirttiğini gören biçâre can haliyle kaç
maya başlıyor, iyi bir korunak bulma ümidiyle sağa sola bakmıyor. Tâ ötelerde, nehrin öte yüzünde bir köy görerek koşuyor... Nehire erişip de karşıya geçecek bir köprü bulamayınca atlıyor suya korkuyla. Yüzme bilmiyor ama arkada
kurt var, ne yapsın... Neyse ki birkaç köylünün gözünden
kaçmıyor bu hâdise ve adamı boğulmak üzereyken çekip çıkarıyorlar ırmaktan. Adam köylülerin yanında, suyun öte
gecesinde derdinden emin olunca rahatlıyor ve ilerde tek
başına inşa edilmiş bir eve yönelerek kendi kendine "şuraya sığınayım da biraz dinleneyim" diyor. Eve adımım attığında [yöredeki] bir tacire tuzak kurarak malını gaspedip
bölüşen ve adamcağızı da öldürmek niyetinde olan bir eşkıya grubuyla karşılaşmasın mı? Derin bir dehşet duygusuyla gerisin geri kaçıyor ve canını kurtarmak için köye doğru
koşuyor. Yüreği ağzından fırlayan ve dizleri yorgunluktan
titreyen zavallı adam, biraz nefes almak için köyün sınırında yaslanıyor bir duvara. Ve duvar gümbür gümbür yıkılıyor, adam da ruhunu teslim ediyor!
Öküzün sahibi:
— Haklısın... Bu hikâyeyi ben de işitmiştim demiş.
Gelelim öküze... Hayvan, bataktan kurtulup suyu bol
ve yemyeşil bir otlağa gelerek bir güzel karnını doyurur ve
keyifle böğürmeye başlar. Huzurludur çünkü. O civardaki
ormanda da oraların kralı sayılan büyük bir arslan
yaşamaktadır. Kralın huzurunda kurt, çakal, pars, kaplan
gibi çeşit çeşit yırtıcı hayvan bulunmaktadır. Arslan kral
kendi bildiğini okuyan, kimsenin görüşünü almayan,
çevresindekilere danışmayan bir zorbadır. Öküz
böğürtüsünü işitince korkuya düşer. Zîrâ evvelce ne öküz
görmüş ne de sesini duymuştur; daima kendi ormanında
oturmakta, hiç iş görmemekte, yiyeceği de askerleri
tarafından getirilmektedir ona! Huzurundaki hayvanlar
arasında zeki, bilgili ve usul erkân sahibi iki çakal
bulunmaktadır; Kelile ve Dimne adlarını taşıyan.*
Dimne, kardeşi Kelile'ye der ki:
— Kardeşim, ne oluyor arslana? Yerinde duramıyor
[huylanmış bir şeylerden]. Gerçi yerinden ayrıldığı, bir iş
yaptığı da yok ya!
Kelile cevap verir:
— Sana ne bu işten! Otur oturduğun yerde! Biz hükümdarımızın kapısında onun istediğini yapan, hoşlanmadığından uzak duran bendeler değil miyiz? Yoksa hükümdar taifesinin sözlerini değerlendiren, işlerine [iyi mi kötü mü diye]
bakan yüksek mevkiden kişiler mi olduk sanıyorsun? Şimdi
bu meseleye burnunu sokma ve bil ki her kim kendisini ilgi* Hintçe aslında Kelile, "Karataka" şeklindedir. Pehlevi dilinde "L" ve "R"
harfleri aynı işaretle gösterilmektedir. Belki de "R" idi de "L" olarak
algılandı Arapça'ya çeviride. T ve Y harfleri Arapça'da üste (T) ve alta
(Y) iki nokta konularak yazılır. Hele hele ilk elyazmalarda -zaman
zaman da noktalar hiç konmadığı için- birbirleriyle karışma
ihtimalleri yüksektir. Dolayısıyla Kelile deki "İ" böyle
ortaya çıkmış olmalı. Sondaki "K"nın "E"ye dönüşmesi ise hem
Pehlevice'de, hem de Farsça'da yaygın bir durumdur; sondaki sert
konsonantların zamanla yumuşaması hatta yok olması pek çok dilde
vuku bulan bir gelişimdir. Dimne ise Hintçe aslında Domanaka olarak
geçiyor. Bu iki kelime daha eski Süryanice çeviride Kalîlak ve
Damanak şeklindedir.
Eserin yazarı: Beydebâ -İbnü'l-Mukaffa Eser: KELİLE VE DİMNE
KELİLE VE DİMNE
- 01. SUNUŞ
- 02. GİRİŞ
- 03. MUKADDİME
- 04. BERZEVEYH'İN, BU KİTABI ELDE ETMESİ İÇİN HİNDİSTAN'A GÖNDERİLMESİ BABI
- 05. KİTABI ÇEVİREN ABDULLAH İBNÜ'L-MUKAFFA'NIN TAKDİMİ
- 06. BERZEVEYH BABI
- 07. BASKASININ iSiNE KARISMA
- 08. ASLAN İLE DİMNE
- 09. DİMNE'NİN DURUMUNUN ARAŞTIRILMASI BABI
- 10. TASMALI GÜVERCİN BABI
- 11. BAYKUŞ VE KARGALAR BABI
- 12. MAYMUN İLE KAPLUMBAĞA BABI
- 13. ABİD İLE GELİNCİK BABI
- 14. TARLA FARESİ İLE KEDİ BABI
- 15. HÜKÜMDAR İLE KUŞ FENZE BABI
- 16. ARSLAN İLE ÂBİD ÇAKAL BABI
- 17. ÎLÂZ, BİLÂZ VE ÎRAHT BABI
- 18. DİŞİ ARSLAN, AVCI VE ÇAKAL BABI
- 19. ZÂHİD İLE MİSAFİR BABI
- 20. SEYYAH İLE KUYUMCU BABI
- 21. ŞEHZADE İLE ARKADAŞLARI BABI
- 22. GÜVERCİN, TİLKİ VE BALIKÇIL BABI
- 23. KİTABIN SONU
- 24. GiRiSiN DIPNOTLARI