Kitaplar | Yazarlar | İlmihal | Sohbetler | Hutbeler

03. MUKADDİME

Bu mukaddimeyi Şahoğlu Ali el-Fârisî diye tanınan

Sahvanoğlu Behnûd yazmıştır. Behnûd, Brahmanbaşı olan

Hintli bilge Beydebâ'nın, Hindistan hükümdarı Debşelîm

için kaleme alıp "Kelile ve Dimne" adını verdiği eserin temel

amacını belirtmiştir. Beydebâ, asıl maksadım avamdan

gizleyip korumak, kitabın içeriğini serseri, kaba-saba

güruhtan esirgemek; bilgeliğin özünü, türlerini, güzelliklerini

ve pınarlarım değer bilmezlerden uzak tutmak için

hayvanların ve kuşların dilinden vermiştir vereceğim...

Çünkü bilgelik ancak bilgeye ferahlık veren, onun zihnine

açık olan, sadece sevenlerini süsleyen ve taliplerine şeref

kazandıran bir şeydir.



Behnûd, İranlılar'ın hükümdarı, Feyrûz soyundan

Kubadoğlu Anûşirevan'ın; Fars doktorlarının reisi

Berzeveyh'i Kelîle ve Dimne kitabı için Hindistan'a nasıl

gönderdiğini ve Berzeveyh'in bu ülkeye giriş esnasında ne

denli dikkatli davrandığını anlatmıştır. Geceleyin

hükümdarın hazinesinden erişebildiği diğer kitaplarla beraber,

—bunlar Hint bilginlerine aitti- "Kelile ve Dimne"yi de gizlice

istinsah eden o adam* gelmişti Berzeveyh'e... Tüm bunları

Berzeveyh için yapıyordu o.

Behnûd, kitabın çevrilmesi amacıyla Berzeveyh'in

Hindistan'a gönderilişinden çıkan neticelere de değinmiştir.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde ondan bahsedilecektir.

Behnûd'a göre bu eseri eline alan kişi, okuduğu şeyde

yoğunlaşman, sözün özüne bakmalıdır. Aksi takdirde kitabın

yazılış amacını anlayamaz. O, önsözünde Berzeveyh'in

gelişine, kitabın yüksek sesle okunuşuna değinmiş ayrıca

Buzurkmihr'in neden "Berzeveyh Bölümü" diye özel bir kısım

yazdığım anlatmıştır. Burada, doğumundan ergenliğine ve

bilgelik sevgisiyle yanıp ilmin çeşitli dallarında söz sahibi

oluncaya kadar Berzeveyh'in yaşamı konu edilmiştir.

Behnûd bu bölümü, asıl kitabın başı olan "Arslan ve Öküz"

bölümünün önüne koymuştur.



Şahoğlu Ali el-Fârisî der ki:

Bilge Beydebâ'nın, Hindistan hükümdarı Debşelîm'e

Kelile ve Dimne kitabını yazmasının sebebi şudur:

Makedonyalı İskender Zülkarneyn, batıdaki

hükümdarların işini bitirince doğuda bulunan İran vesâir

ülkelerin hâkimlerini yenmek amacıyla harekete geçti. İran

hükümdarlarından, kendisine karşı koyanlarla dövüşmüş,

ona meydan okuyanları yerin dibine geçirmiş, barış

isteyenlerle barış yapmış; neticede tümünün başına geçerek

hasımlarını bir bir mağlup etmişti. İskender'in karşılaştığı

İran hükümdarları ilk tabakadandır. Onlar parçalandılar,

perişan oldular. İskender daha sonra ordusunu Çin diyarına

sürdü, yolu üstündeki Hint kralını hâkimiyeti altına almak

onu da kendi dinine sokmak arzusundaydı. O esnada

Hindistan'ın başında Fevr [For] adlı güçlü bir kral vardı.

Fevr, İskender'in sefer edeceğini duyunca savaşa karar

vermiş, mukavemet için hazırlıklar yaparak etraftaki

kuvvetlerini toplamıştı; velhasıl iyice donanmıştı. O, savaşa

alışkın filleri, düşmana saldırmak üzere eğitilmiş yırtıcı

hayvanları, eyerli atlan, keskin kılıçlan ve göz alıcı kargılan

çok kısa bir sürede tedarik etmişti.



İskender, Hint Kralının ülkesine yanaşıp daha önce

elde ettiği ülkelerde hiç rastlamadığı türden hazırlıklar

yapıldığını duyunca; harbe atılmakta aceleci davrandığı

takdirde

başına bir felâket geleceği endişesine kapıldı. Zülkarneyn,

tecrübeli, tedbir almasını bilen, kurnaz bir hükümdardı; çare

aradı ve karargâhının çevresine bir hendek kazdırıp

beklemeye başladı. O, bu işi başarıyla bitirmek amacıyla

temkinli davranıyor, düşmana yürüdüğünde kesin zafer

elde etmek için nasıl hareket etmesi gerektiği hususunda

kafa yoruyordu.

Önce müneccimleri çağırdı, onlara Hint kralına karşı

harb etmek ve zafer bulmak için uğurlu bir gün seçmelerim

emretti. Onlar bu işle uğraştılar.



İskender, uğradığı her şehirde mahir sanatkârları

bulur, her cinsten hünerli insanı yanına alıp götürürdü.

Bu kez de zekâ ve ileri görüşlülüğüyle onlardan

yararlanmayı düşündü: üzerinde insan heykelleri bulunan içi

boş bakır atlar yapmalarını, bunların itilip hızla gitmeleri

için tekerlekler üzerine yerleştirilmelerini emrette onlara.

Daha sonra içlerinin neft ve kibritle doldurulmasını;

hepsinin [canlı gibi] giydirilerek; ordunun merkezine, ilk

safa yerleştirilmesini buyurdu.



Taraflar karşı karşıya gelince bunların içi

tutuşturulacaktı. Düşmanın filleri, hortumlarını kızmış

bakır atlara dolayınca can havliyle geri dönüp kaçacaklardı.

İskender, ustalarından güçleri yettiğince süratli çalışıp bu işi

halletmelerini istiyordu. Onlar da emre uydular: sıkı

çalıştılar, çabuk bitirdiler.

Müneccimlerin belirlediği gün yaklaşınca İskender,

Fevr'e tekrar adam gönderdi; egemenliğini tanımasını istedi

ondan... Ama Fevr, İskender'e karşı gelerek savaşta kararlı

olduğunu söyledi.



İskender onun ısrarlı olduğunu görünce tüm ağırlığıyla

yüklendi. Fevr, filleri ön safa koymuştu; İskender'in adamları

bakır atlan -üstündeki süvari heykelleriyle- sürdüler

düşmana. Filler atlara yöneldiler, hırsla hortumlannı

doladılar, korkunç ısıyı hisseder hissetmez sırtlarında

taşıdıkları her şeyi etrafa attılar; onları ayaklarının

altlarında ezdiler; sağa

İskender'le Hint Ordusu Karşıkarşıya

sola dikkat etmeden önlerine çıkanı mahvederek kaçtılar.

Fevr, ordusuyla irtibatını kaybetti. İskender'in askeri

onların ardına düştü, önüne geleni kırıp geçirdi... İskender

şöyle bağırıyordu:

— Hint Hükümdarı! Sen çık karşımıza! Ordunu ve ha

nedanını koru! Onları ölüme sürükleme! Bir kralın tüm as

kerini tehlike uçurumuna atması elbette erkeklik değil! Bi

lakis ordusunu, malı ve canı pahasına korumalıdır kral!

Haydi, çık karşıma askeri bir kenara çek! Hangimiz yenerse

baht onundur!



Fevr, İskender'den bu meydan okumayı işitince onu

mağlup edeceğini sandı; 'fırsat bu fırsattır' deyip onunla

mücadele için öne çıktı. Böylece İskender de ileri atıldı,

çatıştılar. At sırtında saatlerce kapıştılar ama yenişemediler.

Mücâdele böyle devam ederken hasmını halledemeyeceğini

anlayan İskender, ansızın yeri göğü inleten, ordugâhı titreten

bir nâra attı. Fevr, bu çığlığı, ordusuna karşı hazırlanmış bir

tuzak sanarak yüzünü çevirip geriye baktı. Birdenbire ileri

atılan İskender göz açıp kapayıncaya kadar düşmanını

atının eğerinden koparacak bir hamle yaptı; ardından bir

kez daha vurdu ve fevr yere yuvarlandı.



Hintliler başlarına gelen felaketi gördüler;

hükümdarlarının akıbetine tanık oldular; ölümü yaşama

tercih ettiler; dövüştüler, dövüştüler. Bu sefer İskender

onlara çeşitli vaatlerde bulundu, Allah'ın fazlukeremiyle

onların yurtlarını istilâ etti. İtimat ettiği adamlarından birini

onların başına geçirdi. İşlerini halledinceye ve egemenliğini

iyice sağlama alıncaya dek Hindistan'da kaldı. Sonra

güvendiği adamı kendisini temsîlen- onların başında

bırakarak Hint ülkesinden ayrıldı, hedefi neyse oraya gitti.

İskender askeriyle oradan gidince Hintliler onun tayin

ettiği adama boyun eğmekten vazgeçtiler ve şöyle söylendiler:

— Bu herif, ülkeyi yönetecek halde değil. Bu ülkenin

ne halkı ne de asilleri, kendilerinden olmayan, hanedanla

rına mensup bulunmayan birinin başlarında kral olmasına

asla razı olmazlar! Zira o [yabancı kral] onları hep küçük

görecektir!



Böylece kendi krallarının oğullarından birini başa

geçirmek için anlaştılar: Debşelîm adlı birini kral yaptılar.

Sonra İskender'in koyduğu adamı tahttan indirdiler.

Debşelîm ise işleri yoluna koyup egemenliğini sağlama

aldıktan sonra azdı, büyüktendi: çevresindeki hükümdarlarla

savaşıyor, hep galip geliyordu. Halk ondan korkuyordu.

Yönetimdeki gücü arttıkça ahâliyle alay etti, onları

küçümsedi, en rezil işleri yaptı halkına... Kudreti çoğaldıkça

şımarıklığı artıyordu. Bir zaman böyle devam etti.

Debşelîm'in zamanında brahmanlardan bir bilge vardı:

akıllı, ahlaklı biriydi. Bilgisiyle ünlenmişti, her konuda ona

başvurulurdu: adı Beydebâ idi. Beydebâ, hükümdarın halini

düşündü, halkına çektirdiği cefâyı düşündü; onu bu

azgınlığından çevirmek, adalete yöneltmek için kafa yordu.

Öğrencilerini topladı ve seslendi:

— Size ne danışacağım, biliyor musunuz? Bilmelisiniz

ki Debşelîm'in durumunu, onun adaleti bir kenara atıp

zulme dalışını, halkına cefâ edip rezil davranışlarda

bulunuşunu düşündüm hep... Biz, böyle nahoş fiiller

hükümdarlar tarafından işlendiğinde onları uyarmak,

kıblelerini adalete ve iyiliği çevirmek için yetişmiş,

kendimizi bu günler için hazırlamışızdır! Bu hallere göz

yumar ve görevimizi yapmazsak câhillerin gözünde

onlardan daha câhil ve aşağı vaziyete düşeriz! Bu yüzden

başımıza hiç istemediğimiz belaların gelmesine engel

olamayız! Şimdi, vatanı terkedip gitmek bana göre uygun bir

karar değildir. Onu bu kötü gidişat içinde bırakmak ve

işlerine hiç karışmamak da hikmetimize yakışmaz. Öte

yandan dilimizden gayrı bir araçla ona karşı mücâdele

edecek durumda da değiliz. Kendimizden başka kimseleri

bulup yardım dilesek de ona karşı durmamız mümkün değil;

tabiî ona karşı olduğumuzu ve siretinden surat ekşittiğimizi

anlarsa sonumuz geldi demektir... Biliyorsunuz ki, bir

vatanın güzelliği ve sağladığı hayat kolaylığı bahane edilerek

canavar, köpek yılan ve öküzle yanyana yaşamak cana kıymak

[=şahsiyetsizlik] ten başka bir şey değildir. Bir bilgeye

yakışan ise başa gelmesi muhtemel musibetlerden, bunların

ağır neticelerinden korunmak; maksada ulaşmak için de

korkulan şeyi bertaraf etmektir. Bilgelerden birinin,

talebesine şöyle yazdığını işitmiştim:

— Hayırsızlarla beraber yaşayan, onlarla dost olan

adam, riskli bir deniz yolculuğuna çıkan malum kimse gibi

dir. Bu yolcu, neticede batmaktan kurtulsa bile korkulardan

kurtulamaz. O, kendisim tehlike ve dehşete attıkça akılsız

eşşeklere benzemektedir. Hatta daha da aşağı! Zîrâ hayvan

ların tabiatında yaran zarardan ayırt etme özelliği vardır.

Bu yüzden zarar görecekleri şeyden çekinir, tehlike kokusu

aldıklarında korunmak için derhal uzaklaşırlar.

İşte, sizi böyle bir durumdan ötürü topladım. Siz benim

ailem, sırdaşım ve bilgi dağarcığımsınız. Size dayanır, size

güvenirim. Kendi görüşüyle hareket eden ve tek başına

kalan kimse zayi olur, yardımcı bulamaz. Akıllı adam ise

bulduğu çarelerle, başkasının at ve askerle beceremediğini

becerir. Bunun örneği de şudur:

Bir tarla kuşu, filin geçip gittiği yerde bulunan deve

kuşu yumurtasını yuva yapmış kendine; içine de

yumurtlamış. Fil, su içmek için buradan geçermiş. Birgün

her zamanki gibi suya, bu yoldan gitmiş. Tarla kuşunun

yuvası paramparça! Yumurtalar ezilmiş, yavrular

çiğnenmiş! Tarlakuşu felâketi görünce bu işin fil tarafından

yapıldığını anlamış, çırpmış kanatlarını ve file gelmiş.

Ağlayarak filin başına tünemiş ve seslenmiş:

— Ey Hünkâr! Ben senin komşunum! Benim yumurta

larımı ezip yavrularımı öldürdün! Beni değersiz bulduğun,

hor gördüğün için mi böyle yaptın?

Fil de:

— Evet, bu yüzden! deyivermiş.

Tarlakuşu filin yanından uçmuş, bir grup kuşa gelerek

filin getirdiği felâketi onlara şikayet etmiş. Onlar da:

— Bizim gibi kuşlar file ne yapabilir? diye cevap ver

mişler. Tarlakuşu da saksağan ve kargalara şöyle demiş:

— Siz benimle gelir, filin gözlerini oyarsınız. Ben de

sonrası için başka bir çâre bulurum.

Kargalar ve saksağanlar bu teklin kabul ederek filin

yanına gitmişler, gözlerini akıtıncaya kadar gagalamışlar.

Koca fil, yeme içmeye gidemez duruma gelmiş; ancak

bulunduğu yerde hortumuna geçirdiğiyle karnını doyurmaya

çalışıyormuş. Tarla kuşu daha sonra civarda içi kurbağa dolu

bir gölete varmış, onlara filin kendisine yaptığı kötülüğü

anlatmış, yardım istemiş. Kurbağalar vıraklamışlar:

— Koskocaman filin karşısında biz ne çare üretebiliriz?

Ona ne yapabiliriz ki?

Tarlakuşu ötmüş:

— Sizden, benimle şuradaki yara kadar gelmenizi ve vı

raklamanızı istiyorum. Fil sizin seslerinizi işitince orada ke

sinlikle su bulunduğunu sanacak, yanaşıp yuvarlanacaktır!

Kurbağalar tarlakuşunun teklifini evetlemişler,

uçurumun kenarında kümelenip ötmeye başlamışlar.

Susuzluktan cayır cayır yanan fil kurbağa seslerini duyunca

can havliyle o tarafa koşmuş, yardan yuvarlanarak perişan

olmuş. O zaman tarlakuşu filin başının üstünde kanat

çırparak söylenmiş:

— Gücüyle övünen ve beni hor gören azgın! Koca göv

den ve minik aklının yanında benim ufacıklığıma rağmen ne

denli büyük düşündüğümü gördün değil mi?

Şimdi, siz de bana teker teker söyleyin bakalım

aklınızdan hangi tedbir geçiyor?

Öğrenciler hep beraber bağrıştılar:

— Ey erdemli filozof, âdil bilge! Bizim kılavuzumuzsun

sen, bizden üstünsün sen! Senin fikrin yanında bizimkinin,

senin zekân yanında bizim zekâmızın ne kıymeti vardır? An

cak şunu bilmekteyiz ki timsahla beraber yüzmek tehlikeye

atılmak demektir. Suç, timsahın bulunduğu suya girende.

Yılanın dişinden zehiri çıkanp kendisinde denemek için ağ-

zina atan adam, vebali yılana yükleyemez! Arslana

ormanında yanaşan kişi hamlesinden nasıl emin olur ki? Bu

hükümdar nice tecrübelerden akıllanmamış, musibetlerden

korkmamıştır. Onun hoşuna gitmeyecek bir laf ettiğinde

gazabına uğrayabilir, cefâsıyla karşılaşabilirsin; bundan

yakayı sıyıracağından emin değiliz!

Bilge Beydebâ cevap verdi:

— Allah için, doğru söylüyorsunuz! Ancak fikir sahibi

olgun insan, kendinden aşağı veya yukarı diye biriyle istişa

re etmeyi terketmez! Ne seçkinler nezdinde bir ferdin görü

şüyle yetinilir, ne de halka faydalı olur tek kişinin görüşü.

Ben Debşelîm'le yüzyüze gelmeye karar verdim gayrı... Sizin

de sözünüzü dinledim; iyiliğimi düşündüğünüzü, beni ve ken

dinizi korumak istediğinizi biliyorum. Ancak ben bir karara

varmışım, bunu da uygulayacağım. Kral nezdindeki konuş

mamı, ona verdiğim karşılıkları elbet öğreneceksiniz. Onun

huzurundan çıktığımı duyar duymaz toplanın yanıma...

Beydebâ bu sözlerinden sonra öğrencilerinin hayır

dilekleriyle oradan ayrıldı.



Böylece kralın huzuruna çıkmak için bir gün ayarladı.

O gün, brahmanların giydikleri türden kıldan örülme

giysilerine bürünerek büyük kapıya vardı; mabeyinciyi

istedi. Ona götürülünce selam verdi, durumu anlattı. Şöyle

dedi:



— Ben, öğüt vermek için hükümdara gelmiş biriyim.

Mabeyinci hemen hükümdarın huzuruna çıkarak:

"Kapıda Beydebâ adlı bir brahman var. Kendisinin krala

öğüt vereceğini söylüyor!" dedi. Kral izin verince Beydebâ

huzura girerek onun önünde durdu, eğildi, secdeye vardı.

Sonra ayağa kalktı ve bekledi. Debşelîm, Beydebâ'nm gayet

sakin bir şekilde duruşuna bakarak kendi kendine

mırıldandı: "Bu adam bize ancak iki şeyden biri için gelmiş

olmalı: ya durumunu düzeltmek için bir şeyler isteyecek

yahut altından kalkmadığı bir sorunla karşılaştığı için yardım

dileyecek bizden." Kendi kendine düşünmeye devam

ediyordu: "Hükümdarların, ülkeleri üzerinde hakları

varsa; bilgelerin de er-

demlerinden ötürü daha büyük haklan olmalı... Zira bilgeler,

tecrübe ve bilgilerinden ötürü hükümdarlara muhtaç

olmazlar. Ama hükümdarların mutlaka onlara ihtiyacı

vardır. Bilgi ve kudreti birbiriyle sarmaş dolaş iki dost gibi

görüyorum. İkisinden biri yitince diğeri de gidiyor; biri

gidince diğeri yeme-içmeden kesilen, hayattan zevk almayan,

hüzne boğulan iki can yoldaşı gibi... Bilge kişileri hürmetle

karşılamayan, onların diğer insanlardan daha kıymetli

olduğunu bilmeyen, onları küçük düşürmekten çekinmeyen

adam akılsızdır; dünyasını karartmıştır. O, bilgelerin hakkını

çiğnemiş ve kendini bilmez kara câhillerden olmuştur

artık..."



Sonra Beydebâ'ya doğru başını kaldıran Debşelîm

şöyle seslendi:

— Sana baktım ey Beydebâ! Suskundun, ihtiyacını arz

etmiyordun, dileğini söylemiyordun. İçimden: "Herhalde hey

betimizden ürperdi, belki şaştı da susup kaldı," dedim. Bak

tım uzun uzun bekledim, şöyle düşündüm bu sefer: "Geçerli

bir sebep olmasaydı gelip kapımızı çalmazdı Beydebâ... O, za

manının en iyilerindendir. Buraya gelmesinin sebebini sora

lım mı ona? Ziyaretinin sebebi bir haksızlıksa onun elinden

tutmak, onu yüceltmek ve ağırlayıp istediğini vermek önce

benim boynuma borçtur. Eğer dünya malı talep ederse dile

diği kadar yağdırarak onu memnun ederim. Hükümdarlara

ait olup verilemeyecek bir şey isterse onun hakedeceği ceza

yı düşünürüm; ama böyle birisi burnunu hükümdarlıkla ilgi

li bir işe sokmaya cüret edemez. Onun muradı, halkın işleriy

le ilgili olup benim onlara ehemmiyet vermem ise bakarım

neymiş arzusu... Zira bilgeler ancak iyiliği, cahiller ise bunun

aksini önerirler." Şimdi senin önünü açıyorum, dilediğin gibi

konuşasın!



Beydebâ hükümdardan bu sözleri işitince korkusu

gitti, rahatladı. Onu selamlayarak secde etti, sonra

dikilerek şöyle dedi:

— Önce hükümdara Allah'dan uzun ömür diler, hü

kümranlığının -devletinin- ebedî olması için duacı olduğumu 48

belirtirim. Çünkü hükümdar, beni sonraki bilginlerden

üstün kılacak, bilgeler tarafından yâd edilmeye layık bir

mevki lütfetti bana!



Bu sözlerinden sonra yüzünü sevinçle hükümdara

çeviren Beydebâ, gördüğü güzel muameleden ötürü derin

bir şükran hissiyle devam etti:



— Hükümdar lûtfunu ve keremini esirgemedi benden...

Beni huzura çıkartan şey, sadece hükümdara vermek istedi

ğim bir öğüttür; huzura çıkma cesaretini böyle buldum. Bu

olaydan haberdar olanlar, bir hünkâra karşı yapılması gere

ken şeyde kusur etmediğimi anlayacaklardır. Zât-ı âlîleri söz

söylememe izin verir, beni dinlemek lûtfunda bulunurlarsa

kendine yaraşanı yapmış olur. Lâkin sözlerimi dinlemezse

ben görevimi yapmış ve yergiden kurtulmuş olurum.

Hükümdar cevap verdi:

— Dilediğin gibi konuş Beydebâ! Can kulağı ile seni

dinliyorum. Senin sözlerini anlamak, seni layık olduğun şe

kilde mükâfaatlandırmak arzusundayım.

Beydebâ konuştu:

— Gördüm ki insan, dört özelliğiyle hayvanlardan ay

rılmış... Bu dört şey, dünyada ne varsa hepsini içine alır: hik

met, iffet, akıl ve adaletten bahsediyorum. Bilgi, edep ve ka

biliyet, hikmete girer. Benliğe hakim olma, sabır ve vakar

akla girer. Haya, geniş gönüllülük ve şahsiyetlilik iffete gi

rer. Doğruluk, iyilik, nefs murakabesi ve güzel ahlak ise ada

lete girer. İşte bütün üstün nitelikler, bunlardan ibarettir;

kötülükler bunların zıddıdır. Bu vasıflar tam olarak bir in

sanda toplanınca o artık nîmet bakımından bir eksiklik yaşa

sa bile dünyada hüsrana âhirette bedbahtlığa atmaz kendini.

Talih ona gülmüyor diye üzülmez, saltanat ve devletiyle ilgi

li kaderin cilveleri karşısında mahzun olmaz. İstemediği bir

şeyle karşılaşınca şaşırıp korkmaz. Hikmet, dağıtmakla bit

meyen bir, hazinedir; yoksulluğun uğramadığı bir ambardır;

eskimeyen giysi, bitmeyen bir lezzettir. Ben zât-ı âlîlerinin

huzuruna çıkınca söze önce başlamadım, kendimi tuttum.

Ama bunun sebebi, onun heybeti ve ona duyduğum saygıydı.

Kuşkusuz krallar içinde sizin gibi seleflerine nisbetle kat kat

üstün olanlara daha çok hürmet edilmelidir. Bilgili insanlar

şöyle derler: Dilini tut, selamet dile hâkim olmadadır. Boş

kelamdan çekin, zîrâ sonu pişmanlıktır.

Anlatılanlara göre dört bilgili kişi bir hükümdarın

meclisinde toplanmışlar. Hükümdar onlara:

— Her biriniz usûl ve âdab namına bir temel oluştura

cak söz söylesin! demiş. İçlerinden birincisi:

— Bilginlerin en üstün niteliği susmaktır! der. İkincisi:

— Kuşkusuz insana en çok yarar sağlayacak şeylerden

biri, haddini bilmesi, aklının neye yettiğinden haberdar ol

masıdır! der. Üçüncü adam:

— İnsan için en faydalı şey, kendisini ilgilendirmeyen

şey hakkında konuşmamasıdır! der. Dördüncü bilgin ise:

— İnsanı en çok rahatlatan şey, kadere teslim olmaktır!

der.

Bir zamanlar Çin, Hint, İran ve Rum ülkelerinin

hükümdarları toplanıp: "her birimiz, dünya durdukça

dillerden düşmeyecek bir söz söylesin" derler. Çin hükümdarı:

— Söylediğim bir sözü inkâr etmektense hiç bir şey söy

lememek daha kolay geliyor bana! der.

Hint hükümdarı:

— Şöyle konuşan adama şaşarım: konuştuğu kendi le

hineyse ona fayda vermiyor, aleyhineyse onu mahvediyor! der.

İran hükümdarı:

— Söz ağzımdan çıktı mı bana egemen olur, ağzımdan

çıkmadıkça ben ona hakimim! der.'

Rum hükümdarı da:

— Söylemediğim bir sözden ötürü asla pişman olma

dım; oysa söylediğim nice sözler yüzünden defalarca pişman oldum! der.

Krallar nezdinde faydasız sözler söylemektense

susmak daha iyidir. İnsanın en iyi yardımcısı dilidir. Hak

Teâlâ ömrünü uzun etsin, hükümdarım bana söz söylemek

için izin verdi, dilediğimi konuşma imkanı bahşetti. Öyleyse

söylemek istediklerimden hâsıl olacak fayda ona yarasın,

tüm iyilikler ve faydalar benden önce onun olsun! Neticede

ben içimden geçirdiğimi söyleyeceğim, bunun menfaati de

güzelliği de onun olacaktır. Kısaca, üzerime düşeni yerine

getirmiş olacağım... Diyorum ki:

Ey hükümdar! Sen kudretli atalarının, dedelerinin

yerindesin. Onlar senden önce devlet kurmuş, kaleler ve

surlar inşâ etmiş, şehirler yapmış, ordular yönetmiş, onları

donatmış, yıllarca hükmederek sayısız silah ve bineğe sahip

olmuşlardır. Onlar asırlarca gıpta edilecek bir halde, mutlu

bir hayat sürdüler. Bu nîmet ve imkânlar onları, güzel nam

bırakmaktan, şükranla anılmaktan, ahâliye iyilik

etmekten, halka merhametli davranmaktan, yönetimleri

esnasında iyi bir sîret sergilemekten alıkoymadı.

Yaşadıkları saltanatın büyüklüğüne ve iktidar sarhoşluğuna

rağmen böyleydiler. Ve sen, ey mutlu ve yıldızı parlak

hükümdar! Onların malı olan yurtlarına, servetlerine ve

saraylarına vâris oldun: onlardan aldığın mülkün üzerine

oturdun, onların mallarına ve askerlerine kondun. Ama

borcunu yerine getirmedin: azdın, sunardın, cevru cefâya

daldın! Kendini halktan çok üstün gördün. Kötü bir gidişat

sergiledin, getirdiğin felâket pek büyüktü. Halbuki sana

yaraşan, seleflerinin yolunu takip etmen, senden önceki

kralların izinden gitmen, sana vâris bıraktıkları güzel

şeyleri uygulaman, çirkinliğiyle seni rezil edecek hallerden

geri durmandı. Halkına iyi davranman, adını hayırla yâd

ettirecek iyi şeyler yapman gerekirdi. Bu yol, en selâmetli, en

kalıcı ve en doğru yoldu. Kuşku yok câhil kişi aldanır,

şımarır ve nankörlük eder. Aklı başında tecrübeli kişiyse

devleti ve mülkü ustaca ve esnek bir şekilde yönetir. Ey

hükümdar! Sözlerimi düşün! Bunlara gocunma! Bir

mükâfaat ve menfaat umarak söylemedim bu sözleri.

Amacım sadece senin iyiliğindir, seni korumaktır...

Beydabâ kelimelerini bitirip öğütlerine son verince

hükümdar kızdı, onu küçümseyerek ağır laflar etti:

— Öyle şeyler söyledin ki memleketim halkından hiç

kimsenin bu sözlerle karşımda dikilebileceğini ve senin ce

saretini gösterebileceğini aklımdan geçirmezdim. Bu kadar

zayıf, küçük ve âciz biri olduğun halde nasıl oldu da bu laf

lan ettin? Hangi cüretle? Bu cesaretin, burnunu sokmaman

gereken konularda ileri geri konuşman hayretimi iyice artır

mıştır. Başkalarına da hadlerini bildirmek için seni ibret ve

rici bir şekilde cezalandırmaktan gayrı yol yok! Çünkü bu

sayede senin gibi hükümdar meclislerinde yer bulan cüret

kârların önüne set çekmek, onlarla ders vermek mümkün olacaktır!



Hükümdar daha sonra Beydebâ'yı götürüp asmalarını

emretti. Adanılan onu alıp gidince verdiği karar üstüne

düşündü; vazgeçti ve onun hapiste zincire vurulmasını emretti.



Beydebâ zindana girince hükümdar, onun

öğrencilerinin peşine düştü. Onlar çeşitli kentlere dağıldılar,

adalara sığındılar.

Beydebâ günlerce kaldı hapiste... Kral onu arayıp

sormuyor, başkaları da kralın huzurunda ondan

bahsetmeye cesaret edemiyordu. Bir gece kralın uykusu

kaçtı ve hiç uyuyamadı. Gözünü göğe dikerek yıldızların

asıldığı boşluğun yaradılışını düşündü; zihnine hücum

eden bir soruya cevap ararken Beydebâ'yı anımsadı, onun

sözlerini yeniden kafasından geçirdi. Böylece kendine gelip

içinden söyleniverdi:

— Bu bilgeye yaptıklarım hiç de doğru değildi. Ona ha

kettiği gibi davranmadım. Çarçabuk kızdım da böyle oldu...

Oysa bilgili insanlar şöyle der: "Dört nitelik, krallarda bulun

mamalı! Öfke; çünkü insana en çok nefret kazandıracak şey

dir. Cimrilik; varlıklı olduğu halde cimrilik yapanın hiçbir

bahanesi yoktur. Yalan; hiçkimse yalancıya güvenmez. Ağır

ve kaba söz; bu tür manasızlıklar hükümdara yaraşmaz. Ba

na iyiliğimi isteyen biri geldi, kimse hakkında dedikodu yapmadı, laf getirmedi. Ona layık olduğu muamelenin aksini

yaptım. Benden göreceği karşılık bu olmamalıydı. Onu

dinlemeli, tavsiyelerine uymalıydım...

Kral bu kararından sonra hemen bir adam göndererek

onu getirtti. Huzurunda bilgeye şöyle dedi:

— Daha önce söylediğin sözlerden maksadın, fikirlerimin kusurlu olduğunu ve yanlış bir yol takip ettiğimi vurgulamaktı değil mi?



Beydebâ cevap verdi:

— Ey merhametli, doğru sözlü, altın kalpli iyiliksever

hünkâr! Ben sadece senin ve halkının hayrına, hükümranlığının devamına yarayacak sözler söyledim!

Kral:

— Beydebâ! Daha önceki sözlerini, bir sözcüğünü dahi

eksik etmeden tekrarla!

Beydebâ söze girdi. Hükümdar onu güzelce dinliyor,

her söz başında elindeki asasını yere vuruyordu.

Sonra gözünü Beydebâ'ya dikti, oturmasını buyurdu ve

şöyle dedi:

— Beydebâ! Sözlerini beğendim, bunlar sadâsını bulmuştur ruhumda! Tavsiyelerin üzerine düşünecek, onları pratiğe dökeceğim.

Böylece, bilge adama vurulan zincirlerin çözülmesini

emretti; ona kendi giydiği giysilerden verdi, güzel muamele

gösterdi. Beydebâ:

— Hükümdar! Size yaptığım öğütlerin çok daha azı, sizin gibi birini doğruya çevirmeye kâfidir! dedi.

Kral:

— Doğru söylüyorsun ey erdemli hakîm! Ben de seni şu

andan itibaren ülkeme vezir yapıyorum!

— Hükümdar! Beni bu işte mazur gör! Bu işin hakkından gelecek durumda değilim. Ancak sizin lûtfunuzla yürür bu işler...



Hükümdar onu bu vazifeden muaf tuttu. Beydebâ

huzurdan çıkınca hükümdar tekrar düşündü ve ona bu

vazifeyi vermeyişini yanlış buldu. Hemen birini gönderdi

peşinden... Onu geri çağırtarak şöyle dedi:

— Sana önerdiğim şeyden muaf kılışımı yeniden

düşündüm. Anladım ki bu iş sadece seninle sağlıklı yürür.

Bu vazifeyi senden gayrisi hakkıyla yüklenemez, boş yere

bana karşı gelme!

Beydebâ'da görevi kabul etti.

O çağların geleneğince kral birini vezir yaptığı zaman

onun başına taç koyardı. Böylece vezir bir merasim alayıyla

şehir içinde at sırtında gezdirilirdi. Hükümdar, Beydebâ'ya

da aynı şeyin yapılmasını emretti. Beydebâ'nın başına taç

konduruldu, ata bindirilip şehirde dolaştırıldı; dönüp adalet

ve insaf meclisine oturdu. Aşağıda kalmışın hakkını

yukardakinden alıyor, güçlü ile zayıf arasında eşit

davranıyor, zulme geçit vermiyor, adaleti sağlayacak ilkeleri

koyuyor, etrafa bağış dağıtıyordu...

Beydebâ'nın vazife aldığı haberi, öğrencilere

ulaştığında onlar böyle parlak bir fikri hükümdara ilham

eden Yüce Allah'a şükrettiler, sevindiler, her yandan

toplanıp geldiler. Debşelîm'in uyguladığı kötü sîretin

değişmesinde Beydebâ'yı vesile kıldığı için hep şükrettiler

Hakk'a... O günü bayram kabul ettiler. Bu yüzden

Hindistan'da hala bir bayram olarak kutlanır o gün...



Beydebâ, Debşelîm'le ilgili düşüncelerini [uygulayıp]

şöyle bir rahatlayınca siyâset kitapları yazma vakti buldu.

Gece gündüz çalıştı, yönetimle ilgili en iyi tedbirleri içeren

pek çok yazı yazdı. Bu arada kral, Beydebâ'nın çizdiği yolu

takip ederek halkına iyi davranıyor; âdilce hareket ediyordu.

Böylece çevre ülkelerin kralları ona yaklaştılar, bütün işleri

yola girdi. Halkı ve devlet ricali bu yüzden sevindiler.

Sonra Beydebâ öğrencilerini toplayarak onları güzelce

ağırladı, hoş vaatlerde bulunup şöyle dedi:

— Hiç kuşku duymadan söyleyeyim, hükümdarın

huzuruna çıktığımda aklınızdan şunlar geçiyordu: "Beydebâ

bu azgın despotun yanına gitme kararını vermekle

bilgeliğini ayaklar altına aldı, zihni bozuldu!" Ancak

görüşümün neticesini gördünüz, düşüncemin doğruluğunu

anladınız; ben onu hiç tanımadan gitmemişimdir huzuruna!

Bilge insanlardan işitirdim hep, krallar tıpkı şarap içmiş

gibi başlan döner saltanattan... Onlar ancak bilginlerin

öğütleri, bilgelerin eğitimi ile bu uykudan ayılırlar. Kralların

vazifesi bilginlerin öğütlerim tutmak; bilginlerin vazifesi de

kralları yetiştirmek, bilgileriyle onları ıslah etmek, adaleti

terkettikleri zaman onlara kılavuzluk edecek ilkeleri bir bir

ortaya koymaktır.



Ben de bilginlerin sarhoşluktan uyarmak için krallara

yaptıkları uyarıyı, bilgelerin de boynuna borç bildim. Tıpkı

doktor gibi! Doktorlar bedeni ya sağlam tutmak ya da

hastalıktan kurtarmak durumundadırlar, bu işte

ustalaşmışlardır. Bu yüzden ben veya o ölür de geriye

kalanlar "Azgın kral Debşelîm zamanında bilge Beydebâ

yaşıyordu ama onu yanlış yoldan çevirmedi" desin istemem!

Kaldı ki biri çıkıp "Hayatına malolacağından korktuğu için

bir çift laf edemedi" dese ona "Öyleyse kraldan ve kralın

çevresinden uzak durmalıydı" diyeceklerdir. Vatandan

ayrılmak gerçekten de zordur. Ben hayatımı tehlikeye

atmaya ve beni, ardımdan gelecek bilgeler huzurunda mazur

gösterecek bir şey yapmaya karar verdim. Bu yüzden

hayatımı ortaya koydum: ya hesabım tutmadığı için

mahvolacaktım yahut zafer kazanacaktım. Sonuç sizin

gördüğünüz gibi oldu. Bazı özdeyişlerde geçer: Üç şeyden

birini göze almadıkça dileğine ulaşamaz insan; ya canından

ya malından veya ilke ve inancından ödün vermedikçe bir

yere gelemezsin! Tehlikeyi göze alamayan kişi amacına

erişemez...



Hükümdar Debşelîm her tür incelik ve bilgeliği içeren

bir kitap yazayım diye izin verdi bana. Şimdi herbiriniz,

seçtiği dalda bir şeyler ortaya koysun ve bana getirsin!

Böylece herkesin akıl derecesini, anlayış derinliğini ve

hikmet seviyesini bileyim!

Öğrenciler dediler ki:

— Ey erdemli, büyük insan! Ey akıllı, uyanık kişi! Sana hikmet, akıl ve zarafet veren Allah'a and olsun böyle bir

teklif aklımızdan geçmedi. Bizim başımız, büyüğümüz fâzılımız sensin! Bizim değerimiz senin sayende var! Biz senin ellerinde yetiştik! Buyruğunu yerine getirmek için tüm çabamızı sarfedeceğiz...



Kral Debşelîm bu arada halkına iyi davranıyor,

Beydebâ ona danışmanlık yapma vazifesine devam ediyordu.

Daha sonra Beydebâ'nın yardım ve kılavuzluğuyla

devleti istikrara kavuşturup düşmanlarının işini bitirince;

Hint bilgelerinin, babaları ve dedeleri için yazdıkları

kitapları incelemeye başladı. Bu esnada daha önce baba ve

ataları adına yazıldığı gibi kendi adına da bir kitap yazılması

fikri uyandı içinde! İçinde kendine ait olaylardan bahsedilen

bir eser yazılmasına karar verince bu işin altından ancak

Beydebâ'nın kalkabileceğine kani oldu. Onu çağırdı, başbaşa

kalınca şöyle dedi:

— Beydebâ! Sen Hindistan'ın bilgesi, büyük filozofusun! Ben önceki krallara ait hikmet hazînelerine baktım ve

bunları düşündüm! Onların her biri, kendi zamanının ve ha

yat öyküsünün anlatıldığı bir kitap yazdırmış. Bu kitaplarda

onların zarafetinden ve ülke halkından bahsedilmiş... Eserlerin bir kısmım, zâten yetenekli ve bilge olan kralların kendileri yazmışlar. Bir kısmını ise onların filozofları kaleme almışlar. Benden öncekiler gibi benim nâmıma yazılmış, vefatımdan sonra beni hayırla yad ettirecek bir kitap benim hazînelerimde yer almadan ölürsem gözüm açık gider! Ölüm

onların da başına geldi, çâre yok öleceğiz... Tüm zekânı ve

bilgeliğini konuşturarak bir kitap yaz adıma! Kitabın dışı,

genel halkın yönetimi ve hükümdarlara boyun eğmesi gerektiği konularını işlesin! içi ise hükümdarların ahlakını ve halka nasıl davranacağını anlatsın! Böylece devlet ve memleket

idaresinde karşılaştığımız kamburları benim ve onların sırtından atacak bir eser ortaya konmuş olacaktır. Bu eserin

benden sonra çağlar boyunca diri kalacak bir yadigâr

olmasını istiyorum!

Beydebâ hükümdarın kelamını dinleyip secdeye

kapandı, sonra başını kaldırıp şöyle dedi:

— Ey mutlu hükümdar! Yıldızın yükselsin, uğursuzluk

senin semtine uğramasın, [güzel] günlerin devam etsin! Pâdişâhımızın yaratılıştan gelme zekâsının keskinliği ve basireti onu hep büyük amaçlara yöneltmiştir. Yüce ruhu ve gayreti sebebiyle dâima en yüksek basamağa, en erişilmez hedefe göz dikmiştir. Hak Teâlâ hükümdarın mutluluğunu dâim

kılsın, aldığı kararlarda ona yardımcı olsun! Onun arzusunu

yerine getirmem konusunda da bana yardım etsin! Zât-ı âlîleri dilediklerini emretsinler; ben onun belirttiği hedefe koşacak, konuyla ilgili fikrimi gündeme getirerek kendimi tamamen bu işe vereceğim.



Hükümdar karşılık verdi:

— Beydebâ! Sen daima en sağlam görüşü ortaya koydun, tüm işlerinde hükümdarlara itaat ettin; seni deneyerek anladım bu gerçeği! Artık senin tüm imkânlarını seferber etmeni, kafanı çalıştırıp bu kitabı yazmanı istiyorum!

Eser hem ciddî ve bilgece olmalı hem de mizahî ve eğlendirici olmalı!

Beydebâ hükümdarın önünde eğilerek secdeye vardı ve konuştu:

— Yüce Tanrı hükümranlığınızı baki kılsın! Pâdişâhımızın ferman buyurdukları husus başımız gözümüz üstüne!

Süreyi de belirlemiş durumdayım!

Hükümdar:

— Ne kadar zamanda halledersin? diye sordu.

— Bir yıl! diye cevapladı Beydebâ.

— Tamam, sana bu süreyi verdim gitti!, dedi hükümdar ve Beydebâ'ya yüklü bir ihsan verilmesini buyurdu;

böylece filozof daha rahat ve asude bir halde yazacaktı kitabını...

Bilge Beydebâ uzun bir süre kitabı nasıl yazacağını

düşündü. Nasıl başlamalıydı, ne tür bir üslûpla ele

almalıydı konulan; işte bunlara kafa yordu. Daha sonra

çevresine topladı talebelerini ve seslendi:

— Pâdişâh, benim sizin ve ülkenizin kıvanç duyacağı

bir görev lütfetmiştir bendenize, bunun için çağırdım sizi!

Böylece söze başladı ve hükümdarın arzu ettiği eseri,

amacının ne olduğunu anlattı şakirtlerine. Lâkin onlarda

aradığı türden [parlak] bir fikir bulamayınca aklını çalıştırdı

ve şöyle düşündü:

"Bir gemi ancak tayfalar sayesinde güzel yüzer

deryada. Zira onlar gemi için gerekli ayan yapar, onu ustaca

yüzdürürler. Fakat uçsuz bucaksız ummanlara sadece

yetenekli ve tecrübeli olan kaptanla açılmak mümkündür.

Gemi tıka basa yolcularla dolar, tayfalar da fazla olursa

artık batmasından korkulacak hale gelmiştir." Sonra yine

düşündü Beydebâ ve nihayet güvendiği bir çömezini yanına

alarak eseri yazmaya karar verdi. Yanına Hintlilerin yazıda

kullandığı türden bir tomar kağıt aldı, bu süre zarfında

kendisine ve öğrencisine yetecek kadar azık ayırttı ve ikisi

bir hücreye kapandılar; kapıyı da arkadan kapadılar.

Böylece eseri yazmaya, [bölümlerim] düzenlemeye

koyuldu. O söylüyor, çömezi kağıda geçiriyordu. Daha sonra

o, yazılanları gözden geçiriyordu. Nihayet kitap, gayet

mükemmel bir şekilde ortaya çıktı:

Eseri onbeş bölüme ayırmıştı, her bölüm diğerlerinden

bağımsızdı. Okuyanlar, öğütlerden kolayca nasiplensinler diye

her bölüme bir soru ve onun cevabını koymuştu. Tüm

bölümleri bir araya getirdi ve kitabına "Kelile ve Dimne"

adını verdi.

Sözün dış yüzü halka ve ileri gelenlere eğlence olsun;

içyüzü ise seçkin kişilerin zekâlarına hitab etsin, onlara

tecrübe kazandırsın diye kitabı hayvanların, yırtıcıların,

kuşların diliyle konuşturdu. Böylece esere, insanın kendini,

ailesini ve çevresini idare ederken muhtaç olduğu; dini,

dünyası, yaşamı ve akıbeti için ihtiyaç duyduğu her şeyi

koydu.

İnsanın, uzak durduğu takdirde kendi hayrına

davranmış olacağı halleri bildirdi tek tek... Kişiyi,

hükümdarlara boyun eğme konusunda teşvik edici ifadeler

koydu kitaba...



Böylece eserini, bilgeliği işleyen diğer kitaplar gibi çift

manâlı kıldı; kaleme aldığı bu eserin bir içyüzü bir de

dışyüzü vardı nitekim... Hayvan eğlencelikti, oysa sözler

bilgeliğin ta kendisiydi.



Beydebâ kitabın ilk bölümünü dosta ayırdı: İki arkadaş

nasıl olmalıydılar, laf taşıyan birinin düzenbazlığı onları

nasıl ayırırdı; işte bu konulan anlatmak istedi birinci kısımda.

Ve emretti çömezine, kitap Beydebâ'nın kendi ağzından

yazılsın da hükümdarın şart koştuğu gibi eğlence ve bilgelik

içice olsun eserde. Ancak aklına geldi ki hikmetli söze,

nakledicilerin cümlesi karışınca bu cümle onu bozmakta,

inceliğini zedelemekte ve bayağı hale getirmektedir.

Beydebâ, öğrencisiyle ha bire kafa yoruyordu hükümdarın

talebini tam olarak karşılamak için...



Nihayet akıllarına geldi: Onların diyalogu iki

hayvanın diliyle olmalıydı. Böylece hayvanların konuşması

eğlence ve mizah gibi görülecek söylenenlerin muhtevası

ise hikmet olacaktı. Bilgelikten pay alanlar eserin

hikmetlerine kulak verecek, hayvanların ve mizahın -

bilgeler için yazılan bu kitapta- sadece araç olduğunu

anlayacaklardı. Câhiller ve sıradan insanlar ise iki

hayvanın karşılıklı kelam eylemesine şaşırıp dikkatlerini

toplayacaklar, hiç şüphe etmeyecekler ve dinlediklerini

sâde eğlence sayarak asıl mânâyı anlamaya gayret

etmeyecek, eserin yazılış amacını bilemeyeceklerdi. Zîrâ

filozof Beydebâ ilk bölümü yazarken dostların birbiriyle

görüşmesi ve araya nefret sokan kimseden sakınma,

kendisine menfaat sağlamak için laf getirip götürenden

uzak durma ilkeleri sayesinde ahbaplığın pekiştirilmesi

meselesini anlatmak istiyordu. Beydebâ ve çömezi hücrede

çalışıp durdular, kitabı bir senede tamamlamak için,...

Bir sene dolunca hükümdar, filozofa haber salarak:

— Vakit geldi, ne yaptın? dedi. Beydebâ da cevabı iletti:

— Ben hükümdara verdiğim sözü tuttum! Bana ferman

buyursunlar, kitabı getireyim ama önce halkı toplasınlar da

eseri onların huzurunda okuyayım.

Haberci döndü, hükümdar aldığı cevaba sevindi ve

onun hatırına ahâliyi bir gün toplayacağına söz verdi.

Ardından Hindistan'ın en ücra köşelerine haber saldı, eserin

okunuşu esnasında hazır bulunsunlar diye...

O gün geldi. Hükümdar, Beydebâ için bir taht

kurulmasını emretti, kendi tahtına benzeyen. Ayrıca

beyzadeler ve bilginler için de kürsüler konulmasını

buyurdu. Sonra adam gönderip onu çağırttı.

Ulak, Beydebâ'nın yanına geldiğinde o derhal kalktı,

pâdişâh huzuruna çıkarken büründüğü siyah yünden

yapılmış giysisini geçirdi üzerine; kitabı da öğrencisinin

eline tutuşturdu.

Pâdişâhın yanına vardığı zaman insanlar hep birden

kalktılar, hünkâr da kalktı teşekkür ederek...

Beydebâ hükümdara yanaşınca eğildi, secdeye vardı ve

başını kaldırmadı. Hükümdar:

— Beydebâ! Kaldır başını! Bugün bayram günüdür, sevinç zamanıdır, dedi. Ve Beydebâ'ya oturmasını emretti. Eserini okumak üzere oturan bilgeye, kitabın her bölümünün

içeriğine ve amacına dâir sorular sordu Pâdişâh. Beydebâ kitabın temel amacını ve tüm bölümlerin özünü anlattı. Şaşkınlığı ve sevinci artan Hünkâr:

— Beydebâ! Niyetimden öteye geçmedin, istediğim de

tam buydu. Dile benden ne dilersen, arzuladığın her şeye erişeceksin! dedi.

Beydebâ efendisine uzun ömür ve mutluluk dileyerek

cevap verdi:

— Ey Hükümdar! Servete gelince benim ihtiyacım yoktur buna, giysiye gelince kendi elbisemden gayrisini giymem!

Ama hünkârdan bir talepte bulunacağım...

— Beydebâ! Ne arzu edersin, söyle ve her dileğini olmuş bil! dedi hükümdar. Beydebâ ise ricasını sundu:

— Ben, zât-ı âlîlerinin bu eseri güzelce yazdırmalarım

istiyorum, babalarının ve dedelerinin kendi kitaplarını yazdırdıkları gibi!

Ayrıca ferman buyursun da kitap korunsun diyorum.

Çünkü bu eserin Hint ülkesinden dışarı çıkarılmasından

endişe ediyorum. Eğer haberdar olurlarsa İranlılar ele

geçirirler onu! İşte bu yüzden hünkâr emretsin, eser

Bilgelik Evi'nden [=Büyük Kütüphane'den] dışarı

çıkarılmasın diye!



Hükümdar daha sonra Beydebâ'nın öğrencilerini

çağırdı, onlara hediyeler yağdırdı.

Gün döndü, zaman geçti. Kisra Anuşirevan Fars

hükümdarı oldu. Kaliteli eserlere, edebiyata, geçmişlerin

bıraktıklarına merak duyan Kisra sözkonusu kitaptan

haberdar olunca içine bir ateş düştü, rahatı kaçtı. Sonunda

dayanamadı, bilge-doktor Berzeveyh'i saldı Hint eline...

Berzeveyh tecrübesini konuşturdu, kitabı o ülkeden çıkardı

ve Fars'ın hazîneleri arasına kattı!


Eserin yazarı: Beydebâ -İbnü'l-Mukaffa Eser: KELİLE VE DİMNE

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

KELİLE VE DİMNE

MollaCami.Com