Kitaplar | Yazarlar | İlmihal | Sohbetler | Hutbeler
05. KİTABI ÇEVİREN ABDULLAH İBNÜ'L-MUKAFFA'NIN TAKDİMİ
[Kelile ve Dimne'yi Okuma Kılavuzu]
Bu eser, Kelile ve Dimne kitabıdır. Hint bilginleri bu
kitabı "mesel" ve anlatılardan meydana getirdiler.
Bulabildikleri en etkili sözleri, canlarının istediği gibi bu
mesel ve anlatıların arasına sokma fikri ilham olundu
onlara... Her ulusun bilginleri, kendilerinden akıl
danışılmasını istemişlerdir dâima. Bu iş için çeşitli yollara
başvurarak kendi kendilerine sebepler îcat etmeye
çalışmışlardır. Bu eserin de hayvanların, kuşların ağzından
dökülüşü söz konusu sebep ve vesilelerdendir. Böylece bazı
avantajlar bir araya gelmiş oldu onlar için... Bilginler sözü
çekip çevirme imkanına ve yararlanacakları kaynaklara
kavuştular. Kitap ise bilgelikle oyunu bir araya getirmiş
oldu: Aklı uz olanlar eseri içindeki hikmetten ötürü tercih
etti; aklı az olanlarsa eğlenceli geldiği için seçti bunu. Yeni
yetme öğrenciler gönüllerinin meylettiği kısımları
ezberlemede pek hevesli davranmışlarsa da "ne idüğünü"
anlayamamışlardı! Hattâ tek bildikleri, bu eserden "şöyle
yaldızlı bir makale" elde ettikleridir. Bu durumda onlar,
ergenlik dönemini tamamladığında ebeveyninin kendisine
hazineler yığdığını, gelir getiren binalar bağladığını gören ve
bu sayede geçimini temin için çalışmaya ihtiyacı kalmadığını
düşünen adama benzemektedirler, işte böyle alelade göz
gezdirdikleri hikmet, edebiyatın diğer türlerinden
alıkoymuştur o çömezleri!
Bu kitabı okuyan, hangi sebeplerden ötürü kaleme
alındığım bilmeli okuduğunun... Yazar sözü hayvanlara,
dilsiz varlıklara isnad ederek çeşitli örnekler getirirken neyi
amaçlıyordu acaba?
Okuyucu böyle davranmazsa hiç ama hiç anlayamaz
bunca kavramdan neyin kastedildiğini ve hangi meyvelerin
devşirileceğini! Kitabın içerdiği başlıklardan nasıl bir semere
elde edeceğini de bilmez. Zaten onun amacı, ne dediğini
anlamadan kitabı sonuna kadar okumaksa kitap hiçbir yarar
sağlayamayacaktır kendisine.
Okuduğu şeylere dâir görüş üretmeden ve kafasını
çalıştırmadan ilimleri yığan, kitapları yutan kişi ancak şu
adamın durumuna düşer: Bilginler onun çöller aştığını,
sonunda hazine izlerine rastladığını, kazıp araştırdığında da
altın ve gümüş sikke bulduğunu; kendi kendine "Bu malı
azar azar taşırsam uzun sürer; nakil ve elde tutma işiyle
uğraşırsam, kavuştuğumun tadına varamam... En iyisi onu
evime taşıyacak gruplar kiralayayım, ben de onların
ardından geleyim. Hem geride kafamı kurcalayacak bir şey
kalmaz, hem de onlara ödeyeceğim azıcık bir ücretle kendimi
yorulmaktan kurtarırım!" dediğini anlatmaktadırlar.
İşte bu adam hamallar tutuyor, herbirine
taşıyabileceği kadar yük veriyordu ama hamal tayfası
aldığını kendi evine götürerek bir köşeye yığıyordu!
Nihayet hazînede bir şey kalmayınca adam, en sonuncu
hamalın peşinden gitti ve kendi evine geldi. Fakat orada ne
az, ne çok hiçbir şey bulamadı! Hamalların her biri
taşıdığını kendi evine almıştı çünkü. Hazîne bulucuya da
zahmet ve yorgunluktan gayrı bir şey kalmadı, tedbirsiz
davranıp neticeyi düşünmediği için!
Bu kitabı okuyup muhtevasını anlamayan, dış ve iç
yüzündeki maksattan habersiz kalan kişi de böyledir: ilk
anda gözüne çarpan yazı ve nakıştan bir yarar temin
edemez, hiç bir şey sezemez. Kendisine gayet sert bir ceviz verilen adamın,
onu kırmadıkça istifâde imkânı elde edememesi gibi!
Mevzu ile ilgili bir örnek de insanların nasıl etkili
konuştuğunu merak edip güzel kelâmın yöntemim bilen bir
dostuna gelerek bu işi öğrenmeye muhtaç olduğunu duyuran
adamdır. Dostu ona san bir kağıt üzerine etkili sözün
kurallarını, yöntemini, çeşitlerini yazmış; o da kağıdı evine
getirerek anlamını bilmeden tekrarlamış ve ezberlemiş
yazılanları... Sonra bir ilim ve sohbet meclisinde söze
katılınca hatalı bir kelime çıkmış ağzından. Biri seslenivermiş:
— Yanlış yaptın! Doğrusu senin söylediğin gibi değil!
Adam:
— Sarı sayfayı okudum, evimdedir o; nasıl yanlış yaparım ki? demiş. Özrü kabahatinden büyük olmuş bu lafıyla.
Ve bu olaydan sonra kara cahilliğe biraz daha yaklaşmış,
edebiyat ve zarafetten uzaklaşmış.
Akıllı kişi bu kitabı idrak edip sonuna kadar okuyunca,
kendisine yarar getirmesi için bildiğini uygulaması, bilgisi
doğrultusunda iyi bir numune haline gelmesi gerekir. Bunu
beceremezse şu adam gibi olur:
Anlatılanlara göre adamın biri uyurken hırsız
duvardan atlayıp onun evine girmiş. Ev sahibi bundan
haberdar olmuşsa da kendi kendine:
— Vallahi herifin ne yapacağını görmek için sesimi kesecek, onu tedirgin etmeyecek ve haberim olduğunu hissettirmeyeceğim. Tam arzusuna kavuştuğunda ansızın dikilip
hevesini kursağında bırakacağım! demiş.
Adam böyle eydinip dururken hırsız da boş durmuyor,
sıkı çalışıyordu. Bulduklarını bir yerde toplamak için ileri
geri turlar atıyordu. O işi uzatınca ev sahibi de uyuya kaldı.
Hırsız emeline ulaşarak gönül huzuru içinde çekip gittikten
sonra beriki uykusundan uyandı. Baktı ki herif ne bulduysa
çuvalına doldurmuş gitmiş, kendini kınadı. Hırsızın evde
olduğunu bilmesinin, ona hiçbir fayda sağlamadığı
kafasına
dank etmişti ama geçen geçmişti artık ve o bilgisini gereği
gibi kullanamamıştı...
Bilginin ancak uygulama ile tamamlandığını söylerler.
Bilgi ağaç, onu pratiğe dökmek ise meyve devşirmek gibidir.
Gerçekten bilgiyi elde eden, yararını görmek için bildiğim
kullanandır. Bilgisini kullanmazsa ona bilgin denmez.
Ayrıca bir kimsenin tehlikeli yolu tanıyıp bile bile oradan
yürümesi, onun kara cahilliğini, aymazlığını gösterir! Kim
bilir o adam kendini sorgulasa hiç bilmeden korkulu yola
giren kişiden -zarar ve eziyeti- daha iyi bildiğini ama arzulan
yüzünden basiretinin köreldiğini anlar.* Kim, arzularına
boyun eğer de kendi denemediği veya başkasının gösterdiği
[doğru] işi yapmaktan yüz çevirirse şu hastaya benzer:
Bu hasta yiyeceğin ve içeceğin kalitelisini kötüsünden,
hafifini ağırından ayırabiliyordu ama oburluk onu kötü
yemekler atıştırmaya sevk etmiş, derdini izâle edecek
taamları da bir kenara atıvermişti.
İşin iyisini bırakıp kötüsünü seçerek hiç bir mazerete
sığmayacak adam, kaliteliyi kalitesizden ayırt etme
yeteneğine sahip olandır. Tut ki biri kör diğeri sağlam iki
adam kazara çukura düştüler. Eh, çukurun dibinde olma
bakımından ikisi de aynı konumdadırlar lâkin millet onları
seyrettiğinde körü mazeretli sayar, sağlamı o kadar
kayırmaz! Birinin herşeyi ayan beyan göreceği iki gözü var,
diğeri ise hangi tehlikeye doğru yürüdüğünü bilmiyor...
Bilgin adam işe kendinden başlamalı ve ilmiyle amel
etmeli, yetiştirmelidir kendini. Bilginin amacı olmalıdır:
kendisinden su içildiğinin bilincinde olmayan bir göl ya da
sanatını olağanüstü güzel bir şekilde, lâkin şuursuzca icra
eden ipekböceği gibi olmamalıdır kişi. Bu durumda başkasına
yardım ediyordur, kendine değil.
Bazı nüshalarda ikinci kişi için de bilmek fiili kullanılmıştır. O zaman
yanlış mana çıkar ve mukayese imkânı kalmaz, lâkin bu tür nüshalara
uyularak yapılan yanlış çeviriler de vardır.
Bilgi peşinde koşan önce kendine öğüt vermeli, sonra
kitaplara dalmalıdır. Bu dünyada yaşayan insan güzel olan
her şeyi bulduğu yerde kapmalıdır: Bilgi, servet ve iyi
davranış bunlardandır.
Bilgin insan kendinde bulunan kusurun aynısını
taşıyan muhatabım, bu kusur yüzünden ayıplayamaz...
Körü, "görmüyor" deyip ayıplayan köre benzer!
Bir işin ardına düşen, mutlaka bir hedef ve sınır tayin
etmelidir kendine. Bu minval üzere çalışmalı, sınıra varınca
durmalıdır. Daha [başka şeylere] dalmamalı, daha fazla
istememelidir. Çünkü eskilerin sözüdür: menzil
belirlemeksizin giden kişinin bineği er geç yorulup çöker.
İnsan, kendinden önce kimsenin elde edemediği
sınırsız gölgenin peşinde koşmamak, bu yüzden
üzülmemeli ve dünyasını âhiretine tercih etmemelidir.
Zîrâ ruhunu ihtiras ve boş gayelerden azat eden kimse,
ayrılık hâlinde fazla yazıklanmaz. Derler ki iki şey vardır
herkese yakışan: Allah'a kul olmak ve helal servet. Bir de hiç
kimseye hayır getirmeyen diğer iki nitelikten bahsedelim:
Hükümdarın otoritesine ortak olmak, bir erkeğin karısını
paylaşmak. İlk iki nitelik, içine atılan her odunu yiyip
bitiren sıcacık ateş gibidir. Diğer iki şey ise ebediyen
birleşmeyecek olan ateş ve su gibidir.
Akıllı insan kaderi ve kudreti dahilinde olmayan bir
şeyi kaçırdığı için yanıp yakılmaz, kendini yermez. Kim bilir
Allah Teâlâ ona hiç hesap etmediği bir yerden çok hoş bir
ikramda bulunacaktır. İşte bunun örneği:
Bir adam yokluk, açlık ve çıplaklığın pençesine
düşmüştü. Akraba ve arkadaşlarından dilenmeye mecbur
olduysa da hiç kimsede ona verecek fazladan bir eşya
çıkmadı.
İşte bu adamın evine hırsız girdi geceleyin...
— Evimde bir şey yok ki korkayım, hırsız kendini
yorsun! diyordu. Hırsız ise evde dolaşırken buğday dolu bir
heybe buldu ve kendi kendine:
Vallahi bu geceki mesâimin boşa gitmesine gönlüm
razı olmaz! Belki ikinci bir işe de çıkamam... İyisi mi şu
buğday torbasını kapıp gideyim! dedi. Öte yandan ev sahibi
de kendi kendine:
— Bu herif buğdayı götürüyor! Geride başka bir şey de
kalmadı zaten! Eh, çıplaklığımız yetmiyormuş gibi kursağımıza idareyle indirdiğimiz üç beş deneden de mahrum olacağız herhal! Vallahi bir yanda açlık öbür yanda açıklık; bu iki
belâ, defterini dürer insanın! diyordu. Böyle böyle söylendik
ten sonra başucundaki bastonu kaptığı gibi:
— Hırsız var, hırsız var! diye bağırmaya başladı.
Beriki apar topar koştu, başka çaresi yoktu çünkü.
Gömleğim bile oracıkta terkederek gitti. Ev sahibi de gömlek
kazanmış oldu bu tecrübeden! Ancak kişi bu tür örneklere
dayanıp da geçimini düzeltmesi için gerekli olan tedbir ve
çabayı bir kenara atmamalıdır. Kaderin yardım ettiği,
talihli kişiye de bakmamalı... Böyleleri gayet azdır
insanların arasında. Genel çoğunluk, işini halletmek için
habire çalışan; binbir zahmet ile kendini yoran kimselerden
oluşur. İnsan, gözünü temiz kazanca ve faydalı olana
dikmeli; yorgunluktan gayrı hiçbir şey getirmeyen boş
heveslere düşmemelidir. Böyle yaparsa şu güvercine
benzemiş olur:
Bir güvercin cücük çıkarmış lâkin biri gelip onun
yavrusunu almış ve kesmiştir. Bu böyle devam etmiş:
güvercin tünemiş, cücük etmiş; öteki gelip kaçırmıştır.
Nihayet adam güvercini de bir çırpıda yakalayıncaya kadar
sürmüştür bu.
Derler ki Hak Teâlâ her şeyin sınırım belirlemiştir. Bu
sınırı aşanlar emellerine ulaşamazlar.
Derler ki hem dünya hem de âhiret için çaba gösteren
kişinin yaşamı, onun lehine ve aleyhine neticelerle doludur.
Lâkin sadece dünyası için gayret eden ise neticede kendi
aleyhine sonuçlar doğuracak bir yaşam sürmüş olur.
Derler ki dünyada yaşayan insanın mutlaka düzene
sokması ve uğrunda yoğun çaba göstermesi gereken üç şey
vardır:
Birincisi geçimi, ikincisi insanlarla ilişkisi, üçüncüsü ölümden
sonra onu hayırla yâd ettirecek güzel işler yapmasıdır.
Derler ki üç özellik kim de varsa onun işleri rast gitmez:
Birincisi tembellik ve ihmal, ikincisi fırsatları kaçırmak,
üçüncüsü her habere inanmak. Öyle duyurucular var ki
getirdiği haberi anlamış, lâkin doğru olup olmadığını
bilmeden inanıvermiştir ona! Halk içinde böyle davranan üç
zümre vardır:
Başkasının tecrübe yoluyla inandığı şeye kendisi de o
tecrübeyi yaşamış gibi inanan, inanmaya devam eden.
Aslı nedir, hiç bilmeden tecrübe ettiği şeylere tamamen
inanan.
Çözemediği, karmaşık bulduğu şeylere inanan.
Akıllı insan öz meyillerini dahi kuşkuyla karşılamalı,
herkesin dediğini kabul etmemelidir. Çözemediği mesele
aydınlanıp hakikat ortaya çıktığında o artık hatalı görüşte
ısrar etmemelidir. Doğruyu bırakıp yanlışta ilerleyen ve her
adımında biraz daha boşa yorulup hedefinden uzaklaşan
kişi gibi olmamalıdır akıllı insan. Kör olma ihtimali bile
olsa gözüne kaçan şeyi oğuştura oğuştura çıkarmaya çalışan
kişi gibi de olmamalıdır.
Akıllı insan kaza ve kadere inanmalı, olgun ve
soğukkanlı davranmalı, kendisi için istediğini başkaları için
de istemeli; kendi düzeninin yürümesi için başkalarının
işlerini bozmamalıdır. Başkalarının düzensizliği sayesinde
kendi dirlik ve düzenini sağlayan adam; şu tüccarın,
arkadaşından dolayı uğradığı musibete uğrar:
Anlatılanlara göre bir tacir ortağıyla beraber dükkan
kiralamış ve ikisi de mallarını oraya koymuşlar. Birinin evi
dükkana gayet yakın olduğu için arkadaşının yüklerinden
bir kısmını yürütmeye karar vermiş ve çeşitli kurnazlıklar
düşünerek şöyle demiş kendi kendine:
— Bu iş için geceleyin sızarsam farkına varmadan
kendi yükümü veya torbamı alırım; boş yere zahmete
katlanmış olurum...
Böyle düşünerek cübbesini, gözüne kestirdiği yükün
üstüne bırakıvermiş ve eve dönmüş o gün...
O gittikten sonra yüklerini düzeltmek için dükkana
gelen öteki ortak, arkadaşının giysisini kendi eşyası
üstünde görünce:
— Vallahi bu elbise bizim ortağın... Galiba burada
unutmuş. Hele alayım şunu da onun torbalarından birinin
üzerine koyayım. Belki benden önce gelir dükkana elbisesini
istediği yerde bulur! deyivermiş.
Sonra giysiyi arkadaşının yükünün üstüne
bırakıvermiş, dükkanı kapatıp evine dönmüş.
Hava karardığında beriki kendi niyetiyle ilgili olarak
anlaşma yaptığı ve taşıma ücretini verdiği bir adamla girmiş
dükkana. Elbiseyi yoklayınca bir torbanın üzerinde
buluvermiş. Hemen torbayı sırtlamış, yanındakinin
yardımıyla işyerinden çıkarmış; eve kadar sırayla
taşımışlar... Herif yorulup yatağa atmış kendini ve sızmış...
Gün ağarırken getirdiği yüke bakınca kendi eşyasıyla
karşılaşmasın mı? Derin bir pişmanlık hissiyle yanarak
dükkana yürümüş.
Öte yanda ortağı meğer daha erkenden gelivermiş
dükkana. Arkadaşının yükünün kaybolduğunu görünce
üzülmüş adamcağız:
— Vay benim kara bahtım! Şimdi ne cevap vereceğim o
altın kalpli dostuma? Malını bana emânet etmişti. Onun nez
dinde kaç paralık oldum ben! Biliyorum, beni suçlayacak
mutlaka. Ama söz veriyorum kendime, zararını ödeyeceğim!
diye söylenip durmuş.
Öteki gelince berikini melûl mahzun bularak merakla
sormuş sebebini. Ve cevap gelmiş:
— Yükleri yokladım. Senin bir yükün kayıptı. Kuşkusuz beni suçlayacaksın! Tamam, zararı kesinlikle karşılayacağım.
Malı götüren konuşmuş:
— Dostum! Üzülme! İnsanın yapabileceği en kötü şey
hıyanettir. Tuzak ve hile asla iyiliğe ulaştırmaz insanı. Kim
yaparsa bunları, asıl aldanan o olmuştur dâima! Haksızlık
neticede sahibine döner. Kandıran, kazık atan, hile yapan
benim!
Arkadaşı irkilerek sormuş:
— Nasıl oldu yani?
Öteki durumu açıklamış, hikâyesini anlatmış. Masum
arkadaş biraz duraksayarak:
— Senin durumun, hırsızla tacirin öyküsüne benziyor!
demiş.
— Nasıl o hikâye? diye sormuş öteki. Beriki başlamış
söze:
— Anlatılanlara göre bir tacirin evinde biri buğday, diğeri altın dolu iki heybe varmış. Yankesicilerden biri gözlemeye başlamış adamı. Nihayet tacirin işi çıkmış ve evinden
ayrılmış. Hırsız, fırsat bu fırsat deyip adamın yokluğundan
yararlanarak dalmış eve, saklanıvermiş bir köşeye. Ortalığı
kollayıp altın dolu heybeyi almaya niyetlenince yanlışlıkla
buğdaylı heybeyi kapmış, içinde çil çil altın var sanıyormuş!
Uflaya puflaya binbir zahmetle heybeyi eve getirip açınca anlamış gerçeği ve içi gitmiş...
Bu hikâyeyi dinleyen hıyânetçi adam:
— Hiç de uzak bir örnek vermedin, kıyası da doğru yaptın! Sana karşı işlediğim suçu itiraf ediyorum. Bu, öyle ağır
geliyor ki bana! Ah şu nefis, ne kadar da alçak şeylere sevke der insanı!
Böylece iyi ortak, ötekinin özrünü kabul ederek onu
kınamayı bırakmış ama ona güvenmemiş bir daha. Hâin
ortaksa ne denli çirkin davrandığını, nasıl câhilce bir işin
peşine düştüğünü ayan beyan anladığında sadece nedamet
kalmış avucunda...
Bu kitabımıza bakar., resim ve süsleri görmek için art
arda sayfaları çevirme gayesinde olmamalıdır. Tam aksine,
eserin bitimine değin içerdiği tüm örnek ve hikâyeleri iyi
görmeli, her kelime ve örneğin üzerinde durarak fikir
üretebilmeli, hulâsa şu üç kardeş gibi olmalıdır:
Babalarından hayli yüklü bir servet alan üç kardeş
varmış. Malı aralarında bölüştükten sonra iki büyük
kardeş kendi hisselerini hızla tüketmeye başlamışlar.
Saçma sapan harcamalarla sıfıra gelmişler. En ufak ise
ağabeylerinin harvurup harman savurarak tüm mallarını
bitirdiklerini görünce öğüt vermiş benliğine:
— İnsanoğlu, serveti iyi halde olmak, geçimini
düzgünce yürütmek, dünyâsını doğrultmak, insanların
gözünde iyi bir statü kazanmak, onlara muhtaç olmamak,
akrabayı gözetmek, evlâd u ıyâli doyurmak, dostlara ikram
etmek gibi münâsip yollarda harcamak için mal toplar. Bu
iş için elinden geleni yapar, her çareye başvurur. Mala
sahip olduğu halde sağduyuya göre harcama yapmayan
adam, zengin olduğu halde fakir hükmünde olan kişi gibidir.
Gerçekten malını güzelce tutan ve iyi yönlendiren kişi iki
şeyden mahrum olmaz asla: Hep elinde tuttuğu bir dünyâ ve
buna ilâveten övgüler...
Bahsi geçen uygun yollar dışında para harcayan adam
çok geçmeden bitirir elindekileri. Hüsran, ziyan ve
yıkılmışlık hissiyle durur ortada.
Benim yapmam gereken, bu serveti elimde iyi
tutmamdır. Zira ben malımın hem bana hem de
kardeşlerime yarar sağlayacağını umuyorum. Neticede şu
servet, benim ve onların babasının malı değil midir? Uzak
bile olsalar akrabayı gözetmek cömertliğin en güzelidir, bu
adamlar da benim ağabeylerim olduğuna göre elbette en
layık olanlardır ihsana!
İşte, küçük kardeş kendi kendine bu uzun konuşmayı
yaptıktan sonra hemen haber saldı, kardeşlerini çağırdı ve
onlarla bölüştü servetini.
Bu kitabı okuyan hiç bıkmadan, sıkılmadan ince ince
düşünmeli; zengin mânâları bulmaya çalışmalıdır.
Sanmasın ki iki hayvanın kurnazlığının ya da bir arslanla
öküzün
konuşmalarının aktarılması, elinizdeki eserin gayesidir!
Böyle davranırsa asıl maksadı anlamamış olur. Bunun
örneği şu avcıdır:
Körfezde balık tutan avcı bir gün suyun dibinde parıl
parıl parlayan güzel bir sedef görmüş ve değerli bir mücevher
sanmış onu. Daha önce ağıyla denizden yakaladığı günlük
rızkı olan balığı fırlatıvermiş kenara. Ve sedefi almak için
atlayıvermiş deryaya. Nihayet sedefle beraber sudan
çıkınca bir de bakmış ki bomboş, yaldızlı şeydir elindeki.
İçinde varsaydığı [inci] de yok! Hırsı ve açgözlülüğü
yüzünden daha önce elde ettiğini de kaybetmiş ya; hakîkaten
pişman olmuş, üzülmüş.
İkinci gün oradan daha uzakta bir yere ağ atmış ve
küçük bir balık yakalamış. Bu arada yine parlak ama
kıymetli bir sedef gördüyse de hiç aldırmamış "değersizdir"
diyerek bakmamış... Oradan geçen diğer bir balıkçı o sedefi
almış ve hazine değerinde muhteşem bir inci bulmuş içinde!
İşte, kitabımızın muhtevasını ince düşünmeden,
mânâların taşıdığı sırları ve içyüzü değil dış kabuğu alan
karacâhiller de böyledir. Eserimizin sadece eğlendirici
yönlerim arayan kişi şu adama benzer:
Eline verimli ve temiz bir arazi, sağlam bir tohum
geçen adam derhal ekmiş ve sulamış toprağını. Ürün alma
zamanı yaklaşınca sadece çiçek toplamak ve diken kesmekle
harcamış [değerli] vaktini. Bu yüzden daha yararlı olanı
bırakmış, esas ürünü çürütmüş...
Bu kitabı ince ince süzen kişi, dört amacın güdüldüğü
nü bilmelidir:
Evvelâ, eğlence oyun arayan gençler seve seve
okuyabilsin diye aslında düşünceden yoksun olan
hayvanların diliyle yazılmıştır. Bu yolla gençlerin gönülleri
kitaba meyletmiş olacaktır. Hayvanların onca kurnazlığı
yapmaları da bu hedef içindir...
İkinci olarak, hükümdarların gönüllerinde bir dost ve
yoldaş gibi telakki edilmesi için hayvanların fikirleri rengârenk, çeşit çeşit ortaya konmuştur. Hükümdarlar, bu
şekillere bakarak eğlenecek ve kitabı daha çok seveceklerdir.
Üçüncü olarak, saydığımız nitelikleri sayesinde
hükümdarlar ve sıradan insanlar nezdinde sevilen bir eser
haline gelen kitabımızın nüshalarının çoğaltılması
hedeflenmiştir. Günlerin art arda akmasına rağmen
eserimizin hep dinç ve okunuk kalmasını sağlayacaktır bu
özellik! Ayrıca hem resimleyiciler hem de nüsha çıkartanlar
daimî bir ekmek parasına kavuşmuş olacaklardır...
Dördüncü ve en mühim hedef, filozoflarla ilgilidir.
Özellikle onların işidir [bunu anlamak].
Baktık ki İranlılar bu kitabı Hintçe'den Farsça'ya
[=pehleviceye] çevirmişler, ayrıca Tabib Berzeveyh
bölümünü eklemişler ama bizim şu bölümde anlattıklarımızı
anlatmamışlar; hemen kaleme sarılıp bu bölümü koyduk
kitaba, onu doğru okumak ve içindeki bilgileri en iyi
biçimde anlamak isteyenler için...
Bunu iyi düşünürsen doğruyu bulursun inşallah.
Eserin yazarı: Beydebâ -İbnü'l-Mukaffa Eser: KELİLE VE DİMNE