Kitaplar | Yazarlar | İlmihal | Sohbetler | Hutbeler
08. ASLAN İLE DİMNE
Dimne kalkıp arslanın huzuruna varır. Yüzünü yerlere
sürerek selam verir. Arslan yanındakilerden birine sorar:
— Kim bu?
— Falanoğlu falan... diye anlatırlar. Arslan:
— Babasını tanırdım onun! der ve Dimne'ye yönelir:
— Nerelerdesin? Dimne cevap verir:
— Bir iş çıkar da hükümdara bedenim ve fikrimle hizmet ederim diye zât-ı âlîlerinin kapısında beklemekteyim. Zira hükümdarların kapılarında öyle çok iş olur ki önemsiz sayılan zavallılara bile ihtiyaç duyulabilir bâzan... [Bu kapıya gelen] hiç kimse basit ve küçük görülmemelidir; kendi çapında onun da faydaları vardır. Hattâ yere atılan bir çöp bile yararlı olabilir; birisi onu alır da ihtiyaç anında işe yarayan bir
alet olur o.
Arslan, Dimne'ye kulak verince sözlerinden hoşlanır,
onun sağlam bir bakışa sahip olduğunu, iyi öğütler verdiğini
düşünür. Yanındakilere dönerek:
— Zekî ve asil biri şöhretsiz ve mevkisiz olabilir. Ona
yakışan hal, ateşten çıkan kıvılcım gibi ansızın parlamak ve
yükselmek olur. Ateşin başındaki adam bu kıvılcımın sıçrayışını engellemek ister âmâ o kabul etmez; ille de fırlar.
Dimne, arslan tarafından beğenildiğini hissedince der ki:
— Ey Hükümdar! Halk kısmı, saray kapısında niye bekler? Sahip olduğu bilgi ve becerinin farkına varılsın diye bekler. Üstünlüğün iki konuda olduğu söylenmiştir. Savaşçının
savaşçıya, bilginin bilgine olan üstünlüğü. Kuşku yok; bilgili
ve usta olmayan danışmanların çokluğu genellikle zarar verir. Zira bir işin başarıyla tamamlanma ihtimali, o işe yardım
edenlerin çokluğuyla değil elverişli ve donanımlı olmalarıyla
doğru orantılıdır. Örnek şu: Adam sırtına ağır mı ağır bir
taşı almış gidiyor; neredeyse çatlayıp mort olacak ama
kimseye satamıyor! Aynı şekilde, oduna ve ağaç gövdesine
ihtiyaç duyan adama yükler dolusu kamış getirsen fayda
etmez! Ey Hükümdar! Sen asla konumu ve derecesi aşağıda
olan birinin meziyetini küçümseyecek değilsin! Küçük şey,
büyük bir iş görebilir. Ölüden alman kirişi düşün; bundan
yay yapıldı mı ne kadar değerli olur değil mi? Krallar bile o
yaya sarılır da kuvvetlerini kanıtlamada ona muhtaç
olurlar...
Dimne oradakilere, hükümdar nezdinde iltifat
görmesinin tamamen kendi tutarlılığı, meziyeti ve aklı
sayesinde gerçekleştiğini anlatmak ister ve der ki:
— Hükümdar, babalan yakın yahut uzak diye
birilerini kendine ne yaklaştırır ne de uzak tutar. Ona
yakışan, herkese meziyeti ve kıymetine göre bakmaktır.
Çünkü insana kendi bedeninden daha yakın bir şey olmadığı
gibi ona eziyet veren onu hasta eden şey de vücudundan,
olabilir. Bu hastalığı ancak dışardan gelen bir ilaçla
yenebilir.
Dimne sözlerim bitirdiğinde arslan onu çok beğenir,
ona güzel sözlerle mukabele eder, iltifat yağdırır ve
meclisindekilere yönelerek der ki:
— Hükümdar, [becerikli] ve haklı kişinin [becerisini] ve
hakkını yememelidir. Bu konuda insanlar ikiye ayrılır: Bazıları huyca bozuk ve tıynetsizdirler, yılana benzerler. Onun
üstüne basan, "beni sokmadı" diyerek sevinmemelidir. ikinci
defa ayak basarsa onun zehrini tadar. Bazıları da yumuşak
ve uysal tabiatlıdır. Böylesi adam soğuk sandal ağacı gibidir;
biraz sürtünse yakıcı, zarar verici bir ısı peyda eder!
Böylece Dimne arslanla dost olur, onunla başbaşa kalır.
Bir gün ona der ki:
— Bakıyorum da zât-ı âlileri hep aynı yerde oturuyor,
yerinden ayrılmıyor... Sebebi ne ola?
Tam bu konuşma esnasında Şetrebe müthiş bir ses
tonuyla böğürür ve arslanı korkutur. Lâkin arslan
endişesini Dimne'ye çaktırmamaya gayret eder... Oysa
Dimne o sayhanın, arslanın yüreciğinde ne denli ürküntü
uyandırdığını farkeder ve sorar:
— Bu sesi işitmek âlî cenaplarını endişeye sevketmiş
midir acaba?
Arslan:
— Bundan başka hiç bir şey beni korkutmadı! der.
Dimne:
— Hükümdar, bir sesten ürkerek yerinden kalkmamalıdır. Bilginler "Her sesten ürkmek gerekmez" derler.
Arslan:
— Bunun örneği nedir?
Dimne:
— Anlattıklarına göre tilki bir ormana girmiş. Orada
bir ağaca asılı bir davul varmış ve rüzgâr dalları salladıkça
davul ötermiş. Davulun korkunç gümbürtüsünden dehşete
kapılan tilki yaklaşmış ve davulu gayet iri bulmuş. Hatta
"bu, epey yağlı ve etlidir" diyerek dokunuvermiş. Derken
davulun gönünü yarınca bakmış ki içi tamtakır! O zaman
demiş ki: "Galiba en kof şey, sesi en çok çıkan ve gövdesi en
iri olandır" Bu örneği şunun için anlatıyorum; bizi korkutan
sese ulaştığımızda onu sandığımızdan daha basit bulacağız.
Hükümdar hazretleri dilerse yerinde durur, beni gönderir;
gider, sesle ilgili tutarlı bir açıklamayla dönerim...
Arslan, Dimne'yi dinler ve sesin geldiği yere doğru
gitmesi için ona izin verir.
Dinine, Şetrebe'nin bulunduğu yere yönelir. Bu arada
arslan, yaptığı şeyi düşünmektedir. Dimne'yi gönderdiğine
pişman olmuştur. Kendi kendine: "Dimne'ye güvenip sırrımı
vermekle iyi etmedim! O benim kapımda sıradan, değersiz
biriydi.
Hükümdar kapısında duran adam; suç işlemediği halde
uzun bir mahrumiyet ve ilgisizlik problemi yaşasa,
Hükümdar nezdinde kıymetli biri olsa,
Açgözlülük ve ihtirasıyla tanınsa,
Ciddî bir sıkıntı geçirdiği halde hükümdarından fayda
görmese,
Bir suç işlediği için ceza gelecek diye korksa,
Kendi menfaatine hükümdar aleyhine bir işin
gerçekleşmesini umsa,
Kendine yarar getirecek bir şeyden "zararlı da olabilir"
gerekçesiyle endişe etse,
Hükümdarın düşmanına dost, dostuna düşman olsa...
İşte bu hallerden birini yaşayan adamla yakınlık peyda
etme hususunda aceleci davranmamalıdır hükümdar! Bu
tiplere hemen güvenmemelidir. Dimne bir dâhi ve edip
olmasına rağmen daha önce benim kapımda iltifat görmeyen
yüz bulamayan biriydi. Kim bilir bu sebepten bana kin besledi
ve ihanet düşünerek düşmanıma yardım etmeye koştu;
acizliğimi ona anlatma niyetindeydi kim bilir! Olur ya o
sesin sahibini
otorite bakımından benden üstün görür, ona yaslanarak
benden vazgeçer, onunla bir olup bana karşı çıkar... Kim
bilir!"
Daha sonra yerinden kalkan arslan fazla uzak olmayan
bir noktaya kadar yürür. O anda Dimne'nin kendisine doğru
gelmekte olduğunu görünce rahatlayıp yerine döner.
Dimne arslanın yanına varınca arslan ona sorar:
— Ne yaptın, neler gördün?
Dimne:
— Bir öküz gördüm! O gür homurtunun, duyduğun o
sesin sahibi bu öküz!
Arslan:
— Peki, gücü ne?
Dimne:
— Gücü yok öyle... Yaklaştım, akranların sohbeti gibi
bir konuşma geçti aramızda. Bana bir şey yapmadı.
Arslan:
— Ama bu durumu seni aldatmasın! Onun hâlini küçümseme! Kasırgalar çelimsiz atlara zarar veremez ama en
uzun palmiyeleri, en güçlü ağaçları kökünden söker.
Dimne:
— Ey hükümdar! Öküzden asla korkma! Onun durumunu gözünde büyütme! Onu sana getireceğim; seni dinle
yen, sana boyun eğen bir bende yapacağım onu!
Arslan:
— Tamam, kafandakini yap!
Böylece Dimne öküzün yanına gider, gayet cesur ve
aldırmaz bir tavırla der ki:
— Arslan seni onun huzuruna çıkarayım diye beni gönderdi! Muhalefet etmez de gelirsen şimdiye dek gecikmen ve
onunla görüşmeyi ihmâl etmenden ötürü kusurlu olsan da bu
konuda sana eman [can güvenliği sözü] vermemi emretmiştir. Eğer ona varmaya yanaşmazsan derhal dönmemi,
durumu haber vermemi emretmiştir!
Şetrebe sorar:
— Seni bana gönderen arslan kim? Nerede oturur? Nasıl biridir?
Dimne cevap verir:
— Yırtıcı hayvanların hükümdarıdır. Şurada oturur.
Emrinde kendi gibi yırtıcı bir çok askeri vardır.
Şetrebe arslanla yırtıcıların yanyana anılmasından
ötürü korkar. Der ki:
— Eğer can güvenliğime ilişkin garanti verirsen arslanın yanına giderim seninle!
Dimne öküzü ikna edecek tarzda garanti verir. Sonra
beraberce arslanın huzuruna çıkarlar. Arslan öküze iltifat
yağdırır, kendisine yakın kılar onu ve der ki:
— Bu ülkeye ne zaman geldin? Seni buraya çeken neydi?
Öküz kendi hikâyesini anlatır. Arslan der ki:
— Benimle dost ol! Benden ayrılma! Sana her zaman
ikram edeceğim...
Öküz arslana hayır dualar eder, onu över. Arslan artık
öküzü hiç yanından ayırmamaktadır. Ona her dâim ihsan
yağdırmakta, kurulan sıcak dostluk sebebiyle nice sırrını ona
açmaktadır. Artık yönetimle ilgili konularda ona
danışmaktadır. Her geçen gün arslanın öküze karşı
hayranlığı artar. Onu iyice yakın eder kendine, mevkîce en
seçkin arkadaşlarından biri yapar...
Öbür tarafta Dimne öküzün başarılarını haset içinde
seyretmektedir. Öküz ondan ve onun arkadaşlarından daha
kıymetli daha özel biri olmuştur arslan nezdinde. Arslanın
akıl hocası odur, yalnızlığında ve eğlencesinde yâreni odur.
Çok kıskanır onu. Kini depreştikçe depreşir. Bir gün bu
durumu kardeşi Kelüe'ye açar dertli dertli ve der ki:
— Tedbirsizliğime, kendime neler ettiğime bakıp da öz
menfaatimi ihmal ederek sadece arslana fayda sağlayacak
bir işi gerçekleştirmeme şaşıyorsun değil mi, ey kardeşim?
Tuttum, arslanın yanına bir öküz getirdim; kendi mevkîmi
elimden alan bir öküz!
Kelile cevap verir:
— Şu zahidin başına gelendir senin musibetin...
— Zahide ne olmuş ki?
— Anlatırlar ki zâhid bir adam hükümdardan görkemli bir elbise alırken hırsız onu görür. Elbiseye sahip olmak ihtirasıyla yanarak zahide gelir ve der ki:
— Sana dost olmak; senden bir şeyler öğrenmek, feyiz
almak istiyorum!
Zahit hırsızın yanında kalmasına izin verir. Hırsız
zahidin yanında ona benzemeye çalışır ve gayet kibar bir
şekilde hizmet eder. Nihayet fırsatını bulur ve elbiseyi
kapıp gider!
Zahit giysiyi arar. Bulamayınca hırsız dostunun
çaldığını anlar. Onu aramak amacıyla bir şehre yönelir.
Yolda başbaşa tokuşan iki dağ keçisinin yanından geçer.
Keçilerin kanı akmaktadır ve bir tilki gelip akan kanları
yalamaya başlamıştır bile. Bu halde bile keçiler pür hiddet
döğüşmekte tilkiye doğru yaklaşmaktadırlar. Ansızın tilkiyi
öldürürler! Zahit yola devam eder. Şehre varır. Sadece bir ev
vardır geceleyebileceği; orası da bir kadına aittir. O eve
gider, konuk edilmesini ister. O kadının ücretli çalıştırdığı
bir yosması vardır. Yosma hizmetçi aslında bir adamı
sevmekte, onunla evlenmeyi istemektedir. Ama bu evlilik,
onun da patronu olan ev sahibi kadının zararınadır elbet! İşte
ev sahibi kadın, tam da zahidin misafir olduğu gece
çalıştırdığı yosmanın belâlısını öldürmeye niyetlenir. Belâlı
gelir, kadın ona içki sunar. Herif sarhoş olup sızınca sevdiği
yosma da uyuyuverir yanıbaşında. Bu sırada ev sahibi kadın
evvelce bir kamışa döktüğü zehiri adamın arkasından
vermek üzere dikkatlice
eğilir. İşte o anda adam yelleniverir ve tüm zehir kadının
boğazına kaçar! Oracıkta ruhu teslim eder kadın...
Bu olaylar zahidin gözü önünde, kulağı dibinde
meydana gelmektedir. Derhal oradan çıkan zâhid başka bir
ev aramaya başlar. Nihayet bir ayakkabıcıya varır, kendini
konuk etmesini ister. Ayakkabıcı, zahidi karısına
göstererek:
— Bu zahide iyi bak, onu ağırla, gereken hizmeti yapmada kusur etme! Şimdi işim var; bir dostum içki masasına çağırdı beni... der.
Ayakkabıcı gider. Meğer kadın da dost tutan cinsten
biriymiş! Onun da bir sevgilisi varmış ve hacamatçı birinin
karısı bu ikisi arasında muhabbet tellallığı yaparmış.
Ayakkabıcı karısı, hacamatçı karısına haber salar, evine
gelmesini bildirir. O geldiğinde hemen durumu açar; dostuna
kocasının evde olmadığını bildirmesini ister. Şöyle anlatır:
— Kocam dostlarından birinin yanına içmeye gitti. Elbet zil zurna sarhoş olacak! Benimkine söyle elini çabuk tut
sun, damlayıversin yanıma!
Hakîkaten bir süre sonra kadının dostu gelir, kapının
önünde oturarak işaret bekler. İşte bu esnada ayakkabıcı
sarhoş bir vaziyette gelip adamı görmesin mi?! Derin
kuşkulara kapılan koca, boynuzlanma derdiyle karısının
yanına gider, hışımla saldırır, önce döver sonra da evdeki bir
direğe bağlar. Aklı başından gitmiştir zaten, hemen sızıp
kalır. Bu arada hacamatçının karısı gelir telaşla fısıldar
bağlı kadına:
— Adam dışarda bekleye bekleye kazık oldu! Ne emredersin? diye kararını sorar. Bağlı kadın cevap verir:
— Bana iyilik yapmak istiyorsan hemen çöz! Seni benim yerime bağlar, dostuma giderim. Merak etme, çabuk dönerim.
Hacamatçının karısı berikinin teklifini kabul eder, onu
hemen çözer. Çözülen kadın dostunun kollarına koşarken
muhabbet tellalı iple bağlanmıştır bile. Karısı dönmeden
uyanan ayakkabıcı, karısını çağırır adıyla! Hacamatçınınki
cevap vermez, herifin kendi sesini yadırgayıp rezalet
çıkmasından endişe etmektedir. Ama ayakkabıcı ikinci defa
seslenir ve kadından yine ses çıkmayınca öfkeyle kalkar
elinde bıçak saldırır bağlı kadına ve burnunu koparır!
Bununla da kalmaz şöyle der:
— Al şunu, dostuna hediye et!
Adam, onun kendi karısı olduğundan şüphe
etmemektedir. Neden sonra içeri giren asıl kadın kocasının,
hacamatçının karısına yaptığını görünce çok üzülür, kocasını
kötüler ve zavallı kadının iplerini çözer. Yaralı kadın o halde
kendi evine gider. Bu olayların tümü zahidin gözü önünde
kulağı dibinde gerçekleşmektedir.
Ayakkabıcının karısı, kendisini döven kocasına karşı
beddua etmekte, sesini yükseltmekte ve bağırmaktadır:
— Ey günahkâr zâlim! Kalk da bir bak sen bana ne yaptın, Allah da nasıl karşılık verdi! Rabbim bana acıdı da burnumu eskisi gibi sapasağlam hale getirdi!
Adam heyecanla kalkar. Kandili yakıp bakınca
karısının burnunun sapasağlam yerinde olduğunu görür!
Karısının eteklerine yapışır, af diler, günahından tevbe eder,
Rabbine istiğfar eder.
Hacamatçının hatunu ise evine vardığında burnunun
niçin kesildiğine dair kuşkuların ortadan kalkması için bir
çare arar, kocasına ve ailesine karşı ne bahane bulacağını düşünür.
Neyse, seher vaktinde hacamatçı uyanır ve karısına
dönerek:
— Bütün alet-edevatımı getir! Eşraftan birine gideceğim, işim çıktı!., der. Ama kadın sadece usturayı getirir.
Adam yine:
— Tüm aletleri getir! dese de kadın yine usturayı gösterir. Öfkeden kuduran adam bir kaç defa aynı emri verse de
kadın emirlere uymaz ve herif usturayı kaptığı gibi kadına
fırlatır. Kendini yere atıp çığlığı basan kadın:
— Burnum, burnum gitti! der. Bunca gürültüye koşuveren kadın tarafı bir de bakarlar ki burun kesik!
Kocayı yaka paça tutarlar, kadıya teslim ederler.
Kadı sorar:
— Niçin karının burnunu kestin? Olay neydi?
Adam hık-mık eder ama geçerli bir sebep söyleyemez.
Kadı kısas emrini verince zahit ortaya çıkar ve kadıya der ki:
— Kadı efendi, bu konu seni kuşku ve karmaşaya düşürmesin [böylece yanlış bir yargıda bulunmayasın]! Hırsız
benden çalan değil; tilkinin katili iki yaban keçisi değil, fahişe zehirden ölmedi; hacamatçı koca karısının burnunu kesmedi! Bilakis biz hepimiz, kendimize ettik edeceğimizi!
Kadı, zâhidden açıklama ister; o da olanları güzelce
anlatır. Böylece kadı hacamatçının serbest bırakılmasını
emreder... İşte böyle.
Dimne konuşur:
— Ben bu örnekleri dinlemiştim. Burada anlatılanlar
benim hâlime benziyor. Gerçekten de bana benden başka zarar veren olmadı. Ama çâre ne?
Kelile:
— Sen şimdi düşünceni ve bu hususta ne yapmak istediğini anlat bana!
Dimne:
— Artık arslan nezdindeki konumumun eskisinden daha güçlü olacağını sanmıyorum... Ama yine de eski hâlime
dönme arzusu var içimde. Akıllı adam üç konuda dikkatli
davranmaya, elinden geldiğince titiz olmaya mecbur: Ne kaybedip ne kazandığına bakmalı, daha önce düştüğü çukura
tekrar düşmemek için tetikte durmalı ve geçmişte elde ettiği
menfaata tekrar kavuşmak için çaba göstermeli. Bu bir! Şu
anda onun yararına ve zararına olan şeylere dikkat etmeli,
yararlı olanı pekiştirmeli, zarar verenden uzak durmalıdır.
Bu iki! İlerde menfaat getirecek şeyle zarar getirecek şeyi iyi
tesbit etmeli. Böylece umduğu yararı tamamen elde edecek,
endişe ettiği zarardan da paçayı kurtaracaktır kendi
çabasıyla. Bu da üç!
Yenilgiye uğrayışımı düşünüp eski mevkîme nasıl
kavuşacağım hakkında kafa patlatırken aklıma gelen tek
çâre şu ot yiyen öküzü gebertmektir! Ancak onun arslandan
kopmasıyla ben eski konumuma gelebilirim! Böylesi, arslan
için de iyi olur belki... Öküzü, kendi iç işlerine bu kadar
yaklaştırması neticede onun da kınanmasına ve otoritesine
halel gelmesine yol açacaktır.
Kelile:
— Ne arslanın öküze ilişkin tavrında ne de öküzün
onun nezdindeki prestij ve derecesinde asla -arslan açısından- bir tehlike yok bence!
Dimne:
— Hükümdarın etki altına girerek otoritesini kaybetmesi altı şeyle olur: mahrumiyet, kargaşa, nefse kapılış, sert ve
kaba davranış, zaman ve budalalık.
Mahrumiyet; hükümdarın ileri düşünceli, cesur,
güvenilir yardımcılardan, danışmanlardan ve devlet
ricalinden yoksun olması demektir. Hükümdar böyle sorumlu
siyasetçiyi arar da bulamaz.
Fitne yani kargaşa; halkın birbirini yemesi, kendi
içinde savaşlara girmesi, anlaşmazlığa düşmesidir.
Nefse kapılış; kadınlara aşırı düşkünlük, eğlenceye,
içkiye, ava ve sohbete kapılıp [dizgini elden kaçırmaktır].
Kabalık; idarecinin çok sert davranması, hiç
gerekmediği halde söverek ve döverek azgınlaşmasıdır.
Zaman; meyvenin ve hasadın eksilmesi, savaşların
çıkması gibi afetlerle halkın zarar görmesidir.
Budalalık ise, idarecinin yumuşak ve esnek davranması
gereken yerde şiddete başvurması; şiddet göstereceği yerde
yumuşak davranmasıdır. İşte böyle...
Arslan, kendini iyice kaptırdı öküze. Ben bu yüzden
ona zarar gelecek, otoritesi yaralanacak diyorum.
Kelile:
— Tamam ama öküz senden daha güçlü, arslan nezdinde senden daha itibarlı! Hem onun dostları ve yardımcıları
seninkilerden daha çok... Bu durum da onu nasıl yeneceksin?
Dimne:
— Küçüklüğüme, çelimsizliğime bakma! Bu işler ne zafiyet veya kudretle ne de bedence küçüklük yahut irilikle
doğrudan alâkalıdır. Nice ufak tefek zayıf kimse var ki kurnazlığı, kıvraklığı ve fikriyle pek çok güçlünün aciz kaldığı işleri başarmıştır. Zayıf bir karganın devâsâ bir yılanın işini nasıl bitirdiğiyle ilgili hikâyeyi duymadın mı?
— Nasıl olmuş bu hadise?
— Anlatılanlara göre karganın yuvası dağ tepesindeki
bir ağaçtaymış. Karga ne zaman cücük etse yılan yuvaya
süzülür, küçücük yavruları yutarmış. Bu durum kargayı
çok üzermiş. Bir gün hâl-i pür melalini anlatıvermiş çakal
dostuna:
— Bir konuda kesin kararımı verdim, ama sana da danışmak istiyorum!
— Neyden bahsediyorsun?
— Yılan uykuya dalınca yaklaşıp gözlerini gagalayacak, onu kör edeceğim. Belki böyle kurtulurum ondan.
Tilki itiraz etmiş:
— Düşündüğün yol, kötü! Öyle bir hile düşün ki kendini mahvetmeden, tehlikeye düşürmeden amacına ulaşasın!
Ha, bir de şu yengeci öldürmek isteyip kendim mahveden balıkçıla benzemeyesin!
— Balıkçıla ne olmuş?
— Anlatırlar ki bir balıkçıl, balık bakımından zengin
bir kamışlı bataklığa yuva kurmuş. Bir süre huzur içinde yaşamış orada. Nihayet ihtiyarlayıp avlanamaz duruma düşmuş. Böyle aç, bitkin, kederli bir halde çözüm ararken
yengeç yanaşıvermiş ona yan yan... Ondaki üzüntüyü
farkederek demiş ki:
— Neden seni böyle melûl-mahzun görüyorum?
— Nasıl üzülmeyim? Buradaki balıklan avlayarak hayatımı sürdürüyordum. Bir gün şuradan geçen iki avcının
aralarındaki konuşmaya kulak misafiri oldum:
"Burada balık çok! Önce bunları avlasak iyi olmaz mı?"
dedi biri. Öteki karşılık verdi:
"Ben falan yerde daha çok balık gördüm. Ava oradan
başlayalım. Oradakileri bitirince buraya gelir, buradakileri
de bitiririz..."
O anda anladım ki bu iki avcı dedikleri yeri bitirince bu
sazlığa gelecek, buranın balıklarını avlayacaklar. Eğer bunu
yaparlarsa ben bittim, mahvoldum demektir...
Yengeç bu haberi alınca doğruca balık sürüsüne gitmiş,
duyduklannı anlatmış. Onlar da balıkçıl kuşuna gelerek
istişare etmişler ve demişler ki:
— Bize bir yol gösteresin diye geldik sana! Zira akıllı
kişi gerektiğinde düşmanıyla dahi istişare yapmaktan çekinmez.
Balıkçıl cevap vermiş:
— Avcılarla boğuşacak değilim. Buna gücüm yetmez.
Tek çare, buranın yakınındaki suyu bol, sazı çok olan göle
gitmektir. Oraya gitmeye gücünüz yeterse sizin açınızdan iyi
olur, çoğalırsınız...
Balıklar:
— Bu iyiliği senden başkası yapmaz bize! demişler.
Böylece balıkçıl her gün iki balığı rahatça alıyor, onları
bir tepenin üzerine götürüp afiyetle yiyormuş! Yine bir gün
iki balık almaya gelmiş, bu sefer yengeç yaklaşarak demiş ki:
— Ben de burada korktum. Yalnızlıktan ürktüm. Beni
de o göle götür.
Balıkçıl, yengeci aldığı gibi havalanmış, nihayet
balıkları yediği tepeye varınca yengeç bakmış ki aşağıda bir
sürü balık kılçığı! Kendi kendine:
"Kişi mahvolacağını hesap ettiği yerde düşmanıyla
karşılaştı mı derhal canını ve onurunu kurtarmak için
mücadele etmeli! İster dövüşen isterse dövüş bilmeyen olsun,
ona yakışan budur!" deyip balıkçıya var gücüyle asılmış.
Çengelleriyle sıkarak öldürmüş onu. Balık sürüsüne
dönerek durumu anlatmış.
Bu örneği sana hatırlatıyorum zira bazı hileler hile
yapanı öldürebilir. Şimdi sana öyle bir yol göstereceğim ki
becerebilirsen kendini hiç riske atmadan yılanın işini
bitirebilir ve selamete kavuşursun!
Karga:
— Neden bahsediyorsun?
Çakal:
— Şöyle bir açılırsın... Uçuş esnasında yerdekilere dikkat edersin. Bir kadının değerli taşlarını görünce hedefini
belirleyip kaparsın bir mücevher. Sonra kadının gözlerinden kaybolmadan bir uçarsın bir konarsın, bir uçarsın bir
konarsın... Böyle gide gide büyük yılanın yarığına gelir, mücevherleri oraya bırakırsın. İnsanlar bunu gördükleri anda
mücevheri alır, [yılanı öldürür] seni de ondan kurtarmış olurlar.
Böylece karga gökte halkalar çizerek uçar. Nüfuzlu
adamlardan birinin kızını görür. Kızcağız elbiselerini ve
takılarım bir kenara bırakmış, yıkanmaktadır damda.
Hemen dalışa geçen karga takıların arasından bir
gerdanlık kapar ve havalanır, Millet karganın peşine düşer.
O herkesin görebileceği bir şekilde uçmaktadır. Sonunda
koca yılanın yangına varır, gerdanlığı herkesin gözü önünde
oraya bırakır. Yarığın yanına çıkan kalabalık yılanı öldürüp
gerdanlığı alır...
Bu örneği veriyorum; kuvvetle başarılamayacak bir
şeyin hileyle halledebileceğini göstermek için.
Kelile:
— Öküzde sâde kuvvet olsa ve isabetli fikirler bulunmasa tamam; senin çözümün geçerli olurdu! Ama o hem güçlü hem de isabetli bir görüşe ve akla sahip. Bu halde sen ne
yapabilirsin?
Dimne:
— Doğru! Öküz, güç ve akıl konusunda belirttiğim gibi. Ama o benim üstünlüğüme boyun eğen biridir. Dolayısıyla tavşanın arslanı mahvetmesi gibi ben de onun işini bitirebilirim.
— Nasıl olmuş bu iş?
— Anlatırlar ki sulak mı sulak, yeşil mi yeşil bir yerde
bir arslan yaşarmış. O civardaki pek çok hayvan gezermiş lâkin arslandan korktukları için ne suyundan ne merasından
faydalanabilirlermiş. Nihayet biraraya gelen hayvanlar, arslana gelerek demişler ki:
— Sen epey gayret ettikten sonra bizden birini ele geçirebiliyorsun. Bu meselede senin menfaatine bizim de güvenliğimize uygun bir çözüm bulduk. Eğer bizim huzur içinde
yaşamamızı garanti eder, bizi korkutmazsan hergün önüne
bir hayvan bırakmak boynumuzun borcu olsun!
Bunu kabul eden arslan, yabani hayvanlarla
anlaşmaya oturmuş. Onlar da sözlerini tutmuşlar. Gün
gelmiş, kur'a bir tavşana çıkmış; arslanın ağzına lokma
olacak hayvan şöyle seslenmiş ötekilere:
— Size asla zararı dokunmayacak bir iş var! Bu konu
da bana izin verin, kurtarayım sizi arslandan!
Hayvanlar merakla:
— Ne teklif ediyorsun bize? diye sormuşlar.
Tavşan:
— Beni arslana götürecek olana söyleyin, bana müsaade etsin; biraz gecikerek varayım canavarın yanına!
Hayvanlar:
— Tamam, dediğin gibi olacak! demişler.
Böylece tavşan yavaş yavaş yürümeye başlamış.
Arslanın yanına vardığında yemek vaktim çoktan geçirmiş.
Canavar hayvan öfkeden kudurmuş bir halde yerinden
kalkıp demiş ki:
— Sen nereden geliyorsun?
Tavşan başlamış konuşmaya:
— Ben vahşi hayvanların sana gönderdiği elçiyim. Yanımda bir tavşan vardı. Ama yolda yanımıza yaklaşan bir
arslan onu kaptı ve şöyle dedi:
"Ben, elbette daha layığım bu civarın ve buradaki
hayvanların kralı olmaya!"
Ben ona dedim ki:
"Şu aldığın tavşan, bizim kralımızın gıdasıdır.
Hayvanlar beni görevlendirerek onu gönderdiler kralımıza!
Sakın gasbetmeyesin o tavşanı!" Ama yoldaki arslan sana
sövdü ve bildiğini okudu! Ben de bunu haber vermeye
geldim sana...
Tavşanı dinleyen arslan:
— Haydi beraber çıkalım, göster bakalım nerede şu kabadayı! der. Tavşan onu yanına alarak suyu derin ve berrak
bir kuyunun başına getirir. Kuyunun içini işaret ederek:
— İşte burada! der.
Arslan kuyuya bakınca hem kendisinin hem de
tavşanın yansımasını görür aşağıda... Tavşanın doğru
söylediğine kanaat getirerek hışımla atlar, öteki arslanla
dövüşmek niyetindedir zira! Derhal boğulur ve tavşan
hayvanların yanına dönerek başından geçenleri anlatır.
Bu hikâye bitince Kelile konuşmuş:
— Arslana hiç zararı dokunmayacak şekilde öküzü yok
edebileceksen hemen yap! Öküz, bana, sana ve diğerlerine
zarar getirmiştir. Ama arslanı yok ederek bu işi başaracak
san hiç teşebbüs etme! Zira bu hareket hem senin hem de benim açımdan kalleşlik olur...
Günler geçer. Dimne uzun bir süre hiç uğramaz
arslanın yanına. Nihayet arslanı yalnız olduğu bir sırada
ziyaret eder. Arslan:
— Uzun bir zaman geçti, bana uğramadın. Niçin? Seni
hiç göremedim, hayırdır inşaallah bu kopma niye?
— Hayır, efendim hayır olsun...
— Bir şey mi oldu?
— Ne hükümdarın ne de ordudan birinin razı olacağı
bir şey...
— Nedir o?
— Kötü, çok kötü bir kelam...
— Anlat hele, neymiş bakayım.
Ve Dimne anlatmaya başlar:
— Öyle bir söz ki ne dinleyen hazzeder ne de anlatan
anlatma cesareti bulur kendinde. Hükümdarım! Siz erdemli
birisiniz. Basiretiniz sayesinde anlarsınız ki hoşnut olmayacağınız şeyleri anlatmak bana acı vermektedir. Ben inanıyor
ve biliyorum ki siz benim iyi niyetimin farkındasınız, sizi
kendime tercih ettiğimi biliyorsunuz. Size anlatacağım şeyde
bana inanmayabileceğiniz ihtimalini kabul ediyorum. Ama
biz hayvanlar camiasının gönülleri size bağlıdır; bunu hatırladıkça üzerime düşen görevi yerine getirmekten de geri durmamalıyım diyorum. Hatta benden bunu istemesen, söylediklerimi kabul etmeyeceğinden endişe etsem dahi bu vazifeyi yapmalıyım. Derler ki:
"Öğüdünü hükümdardan, görüşünü kardeşlerinden
esirgeyen kişi, aslında kendine ihanet etmiş olur."
Arslan:
— Nedir bu?
Dimne:
— Doğru sözlü, güvenilir biri bana anlattı ki Şetrebe ordunuzun subaylarıyla başbaşa kalıp şöyle demiş onlara:
"Ben arslan konusunda deneyim sahibi oldum. Aklını,
kurnazlığını ve gücünü tarttım... Onu sınadım. Neticede
zayıf ve âciz biri olduğu anlaşıldı. Yakında ikimiz arasında
ciddî bir niza çıkacak!"
Bu sözler kulağıma geldiğinde Şetrebe'nin hâin ve
kalleş biri olduğunu anladım. Siz ona nice iltifatlarda
bulundunuz, onu kendinize yâren saydınız; ama o kendisini
sizden farksız görüyor. Siz yerinizden ayrıldığınızda
gücünüz, kudretiniz ona kalacak. Sizin, otoriteyi elinizden
kaçırmanız için her şeyi yapacaktır o! Derler ki: "Hükümdar,
bir adamın ululuk ve derece bakımından kendisiyle
yarıştığını, hatta kendisine denk olduğunu görürse derhal
mahvetmelidir onu! Eğer bu karan veremezse kendi başı
ezilecektir!" Şetrebe, idare ve otorite konusunu en iyi
bilendir kuşkusuz. Siz bilemezsiniz, bu iş belki de asla önünü
alamayacağınız, bir daha telafi edemeyeceğiniz hale gelecek,
kim bilir... Derler ki, insanlar üç kısımdır: biri ileri görüşlü,
diğeri basiretli, öbürü ise âciz! İleri görüşlü kişi; başına bir
felâket geldiğinde soğukkanlı davranır, korkmaz, çıkış yolunu
aramaya başlar, asla çözümden ümidini kesmez. Basiretli
kişi; evvelce tedbirini alan, hazırlığını yapmış olandır. Daha
problem ve felâket gelmeden bilir ne olacağını... Probleme
gereken ehemmiyeti verir, çözümü bulur sanki şimdi karşı
karşıyadır musibetle. Böylece hastalık ve zafiyet gelmeden
önlemini alır ve kökünden halleder meseleyi. Kısaca "belâyı
vukuundan önce def eder" başından... Aciz kişi ise tereddüt
içinde olur, temenni ve kuruntuyla, pansuman çözüm ve
eğlenceyle problemi başından savacağını zanneder. Nihayet
mahvolur! Bu konuda güzel örneklerden biri de üç balığın
hikâyesidir.
Arslan:
— O hikâye nedir, anlat! deyince Dinine başlamış
tekrar söze:
— İçinde üç balığın yaşadığı bir göletten bahsederler...
Balıklardan biri akıllı, diğeri daha akıllı, öteki ise âciz
imiş. O gölet, kimseciklerin erişemeyeceği gayet yüksek bir
nehrin civarından iki avcı geçmiş. Yanlarında ağlarıyla gölete
dönme ve balık avlama konusunda anlaşmışlar. Bizim
balıklar da onları işitmişler. En akıllı olan, bu sözlerden
ötürü endişeye düşmüş; önüne, ardına, sağına, soluna
bakmadan doğruca nehrin gölete döküldüğü ağıza varmış ve
çıkmış... Akıllı olan ise avcılar damlayıncaya dek kalmış
gölette. Nihayet onları görüp ne niyetle geldiklerini anlayınca
yüzüvermiş alelacele nehir ağzına... Bir de ne görsün! Avcılar
elbirlik edip tutmuşlar suyu. Bu durumda şöyle demiş kendi
kendine:
"İhmalkâr davrandım; işte sonucu. Şimdi bu dertten
kurtulmanın yolu var mı bakmalı... Aslında aceleyle alınmış
tedbirin faydası azdır. Ama akıllı olan, hiçbir zaman ümidini
kesmez kafa çalıştırmanın sağladığı imkanlardan. Akıllıya
ümitsizlik yaraşmaz, akıllı gayreti elden bırakmaz..." Derken
akıllı balık ölü taklidi yaparak suyun üstüne çıkmış. Bazan
sırtüstü bazan yüzüstü çevrilip duruyormuş suda. Avcılar
onu tutup nehirle göl arasına koymuşlar. Balık "fırsat bu
fırsat" deyip atlayıvermiş nehire ve kurtulmuş. Âciz, budala
balığa gelince şu köşeye yüzmüş, bu köşeye kaçmış ama
kurtulamamış ağdan...
Arslan söze başlar:
— Bu hikâyeyi anladım. Ama öküzün bana kalleşlik
edeceğini sanmıyorum. O asla benim için kötü şeyler istemez! Bunu nasıl istesin ki? O benden hiç kötülük görmedi.
Ona her iyiliği yaptım, her dilediğini verdim...
Dimne:
— Alçak ruhlu kişi hiç lâyık olmadığı yüksek makamlara gelinceye dek iyi gözükür. Lâkin bir de amacına ulaştı mı
ihtirası artar, daha büyüğünü ister; hele hele hıyanet ve suç
iyice yerleşmişse onun tıynetine! Alçaklar ve hâinler ancak
korktukları için hükümdarın önünde eğilir, övgüler yağdınr,
hayır dualar eder. Artık buna ihtiyacı kalmayıp palazlandı mı tüm korkusu gider, tıynetine döner! Köpeğin kuyruğunu
düzelsin diye bir güzel bağlasan düz kalır. Ama çözülür çözülmez kangal kangal eğrilir o kuyruk! Ey hükümdar, bilmelisin ki kendisine öğüt verenlerin öğüdünü, "ağır bulduğu
için" kabul etmeyen kişinin tavrı hiç bir zaman alâka
görmeyecek; beğenilmeyecektir. Doktorun verdiği ilacı
almayıp kendi bildiğini okuyan hastaya benzer o! Vezir,
hükümdarını kudret ve saltanatı artıracak hususlara teşvik
etmeli; zarar verecek ve yerilmesine sebep olacak şeylerden
sakındırmalıdır onu! En iyi dost, en iyi yardımcı öğüt
verirken en az pohpohlayandır. İşlerin en hayırlısı, neticesi
en iyi olandır. Kadınların en iyisi, kocasına muvafık
davranandır. En güzel övgü, hakîkaten iyi ve kaliteli
insanların dilinden dökülendir. En güzel hükümdarlık
şımarıklık ve azgınlıktan uzak olan hükümdarlıktır. En
güzel huy, kişiyi takvaya hazırlayan huydur.
Derler ki: İnsan ateşi yastık, yılanları yatak edinirse
elbette uyuyamayacaktır! İnsan, dostundan hıyanet
bekliyorsa huzurlu olabilir mi? Hükümdarların en zavallısı
işi ağırdan alan, neticeyi düşünmeyendir. Bu adam, sağa
sola bakmayan kudurmuş ite benzer! Böyle biri kendini
üzmesi gereken bir durumla karşılaşsa gevşek davranır
aldırış etmez; ipin ucunu kaçırıp, fırsatları
değerlendiremediğinde ise adamlarına kızına çıkışır!
Arslan:
— Ağır konuştun! Lâkin nasihat edenin sözü makbuldür; ona tahammül edilmeli... Dediğin gibi Şetrebe bana düşmansa asla zarar veremez, kılıma dokunamaz! O ot yer, bense et! Nasıl gücü yetecek bana? Ancak bir öğün yemektir o
benim için! Ondan korkmuyorum... Hem onun hayatını garanti altına almış biriyim ben. Onu övdüm, ikramlara boğdum, nasıl ihanet edeceğim (dostluğuma)? Eğer tavrımı değiştirirsem câhil, mantıksız, kadir kıymet bilmez biri olmaz
mıyım? Onun canına kıymayacağıma dâir verdiğim sözü bozmuş olmaz mıyım?
Dimne:
— Ha, sakın "O benim yemeğimdir, ondan korkmam"
deme! Aldanma böyle! Şetrebe kendi başına yenemezse seni, elbet bulur çaresini ve başkasından yardım alır. Derler
ki: huyunu bilmediğin bir yolcu gün içinde sende
konaklama talebinde bulunursa hemen izin verme, onu
emin sanma. Olur ya pire yüzünden bitin uğradığı
musibete uğrarsın...
Arslan:
— Nasıl?
— Anlatırlar işte: Bitin biri bulmuş zengin yatağını,
uzun bir zaman işleri yaver gitmiş. Herif uykuya dalınca yanaşırmış, emermiş usul usul kanını! Keyifli keyifli gezinirmiş sırtında. Her neyse, pire gelmiş misafirliğe ve izin istemiş. Bit açmış kollarını misafirperverce, "gel bu gece, leziz
kanın tadına bak, yumuşak yatakta gecele!" demiş. Pire konuk olmuş bite böylece. Geceleyin adam yatağına girdikte
usûl bilmez pire atlayıvermiş pattadanak! Sokmuş, sokmuş,
sokmuş; uykusunu delik deşik etmiş herifin. Huylanan adam
küt diye doğrulmuş yumuşak yataktan ve emretmiş "tez bulun şu hergele asalağı" diye. Bir de bakmışlar ki ortada bit
var! Öldürmüşler "çıt!" diye. Misafir pire tabana kuvvet kayıplara karışmış tabii...
Bunu niye anlattım sana? Bilmelisin ki kötünün
kötülüğünden kimse kurtulamaz! Kötü, kötülük yapmaktan
âciz de olsa inan mıknatıs gibi çeker bir musibeti yanına;
durup dururken mahveder dostunu! Sen Şetrebe'den
korkmuyorsan onun sana karşı tahrik ettiği askerlerinden
kork!
Dimne'nin lafları arslanın yüreğine iner ve şöyle der:
— Peki ne yapmalıyım sence?
— Çürük diş, ağızdan sökülmedikçe rahat edemez kişi!
Mideyi bozan yemeği kusmadıkça huzur bulmaz hasta! Korku salan düşmanı temizlemedikçe için rahat etmez!
Arslan:
— Sen beni Şetrebe'ye karşı iyice soğuttun! Ona adam
gönderecek, içimden geçenleri bildireceğim. Sonra nereye giderse gitsin, yol vereceğim!
Dimne bu tavırdan hazzetmemektedir. Zîrâ bilir ki
arslan Şetrebe'yle iki çift laf etse kalbi yumuşayacak,
getirdiği söylentilerin asılsız olduğu ortaya çıkacak... Hemen
arslana yaraşır:
—Aman ha! Ne Şetrebe'ye adanı gönder, ne de onu
yanına çağır! Bu, hiç de isabetli değil... Zîrâ Şetrebe
meseleyi anlarsa korkarım zât-ı âlîlerine savaş açacaktır. O
senle savaş etmeye geldiğinde de elbet hazırlıklı gelecektir.
Yok, onu kendi yoluna bırakırsan, senin şanına leke düşer!
Ancak kesin bir gerçektir ki tedbirli hükümdarlar açıktan
suç işlemeye açıktan ceza vermezler. Her suçun kendine
özgü cezası vardır onlar nezdinde. Alenî suça alenî ceza,
gizli suça gizli ceza...
Arslan:
— Ama hükümdar, birini "suçunu hiç araştırmadan"
cezalandırırsa zulmetmiş olmaz mı? Hem de kendim alçalt
mış sayılmaz mı?
Dimme:
— Madem hükümdarımız böyle düşünür; iyice donanmadan, hazırlıklarını yapmadan huzuruna çıkarmasın Şetrebe'yi! Sakın ha Şetrebe'ye karşı gafil davranmayasınız! Gerçi
ben hükümdarımızın meseleyi anladığını, Şetrebe'nin huzura
çıkarken hainlik yapacağını sezdiğini tahmin ediyorum... Eh,
onun ihanet peşinde oluşunun alâmetlerim bildireyim sana:
Mafsalları titreyecek, sağa sola bakacaktır. Döğüşmeye niyetli biri gibi boynuzlarını sallayacaktır, göreceksiniz...
Arslan:
— Tamam, tamam. Ona karşı tedbirimi alacağım. Eğer
senin gözettiğin alâmetleri onda görürsem hiç şüphem kalmayacaktır!
Dimne arslanı öküze karşı tahrik edip gönlüne şüphe
tohumları ekince anlar ki o öküze karşı hazırlıklarını
yapacak... Şimdi öküzü harekete geçirmenin zamanıdır
arslana karşı. Ama ya öküze gittiğini anlarsa arslan kral?
İşte bu fenâ! "O halde öküze gitme işine arslanı âlet etmeli" diye
düşünür ve şöyle der:
— Saâdetli hünkârım! Şetrebe'ye gidip hâlini araştırsam söylediklerini dinlesem fena olmaz değil mi? Böylece (ne planladığı) hususunda haberdar olurum, hünkârımızı uyarırım.
Arslan, Dimne'ye izin verir. Dinme kederli biri gibi
yanaşır Şetrebe'ye. Öküz eski dostunu görünce;
— Hoşgeldin! Nerelerde kaldın? Epeydir göremiyorum
seni! der. Dimne cevap verir:
— Can emniyeti olmayan, hayata yabancıların iki dudağı arasından çıkacak kelimelere bağlı olduğu için dâima endişe içinde bekleyen kişi ne zaman huzurlu ve mutmain olur ki?
— Ne var, ne oldu?
— Olacak oldu! Kim yener kaderi? Dünyada güç sahibi olup da şımarmayan mı var? Amacına erişip de gururlanmayan, azmayan biri mi var? Arzularına kapılıp da zarar
görmeyen mi var? Alçak ve cimri birinden iyilik bekleyen
sonunda mahrum olmayacak mıdır? Kötülere karışıp da selâmet bulan var mı? Evet, hükümdarla dost olup da can emniyeti ve huzuru uzun süren bir şanslı var mıdır sanıyorsun? Ne doğru bir söz: Kralların, dostlarına karşı vefasız
davranıp erişemedikleri (yahut kaybettikleri) birine karşı
neredeyse canlarım vermeleri yok mu; tuttuğu dostu kaybedince zevk ve iştahla ikincisini bekleyen fahişeye benzerler
bu durumda!
Şetrebe:
— Bu nasıl söz böyle?! Neler işitiyorum senden?! Arslandan kuşkulanıyorsun! Onun bir tavrı seni endişeye şev
ketti herhalde?
— Evet. Ondan kuşkulanıyorum. Ama kendimle ilgili
bir durum değil bu!
— Peki kiminle ilgili?
— Aramızdaki arkadaşlığı biliyorsun. Senin, benim
üzerimde hakkın var. Arslan beni sana gönderdikte sana verdiğim sözü hatırlarsın! İşte bu yüzden seni korumak istiyorum, senin için endişelendiğim bir husus var; bu yüzden sana duyurmak niyetindeyim.
— Ne duydun hakkımda?
— Sözüne sâdık, kulağı delik, her şeyi bilen bir dost
anlattı: Arslan, meclisindekilere diyesiymiş ki; "Öküzün semizliği iştahımı artırıyor. Zâten ona ihtiyacım da yok, ne diye yaşıyor... Afiyetle yemeliyim onu ve adamlarıma da ikram
etmeliyim" Ben bu haberi alıp arslanın kalleşliğini ve can
emniyetinle ilgili verdiği sözden cayışını görünce koşuverdim
sana! Böylece senin hakkını ödemiş olurum, sen de bir çâre
bulursun durumuna...
Şetrebe Dimne'yi sessizce dinledi. Vaktiyle onun
verdiği teminâtı hatırlayıp arslanın azgınlığını düşündü ciddî
ciddî. Dimne'ye hak verdi, onun nasihatte bulunduğunu
sandı. Durumu onun anlattığı gibi görünce kederlendi,
söylendi:
— Ben, dost olduğumuzdan beri ne arslana ne de herhangi bir askerine karşı suç işlemedim! Nasıl vefasızlık yapıp zulmedecek bana! Sanıyorum ki arslana benim hakkımda ileri geri konuşan biri var. Tahrike kapılmış ve kafası karışmıştır mutlaka. Zîrâ arslanla hayırsız, şerli kişiler de düşüp kalkıyor. Onlardan yalan şeyler duymaya alışmış olmalı. Bir de bu yalanları doğru gösterecek uydurma
şeyleri işitmişse tamam! Kötülerle dost olmak, iyiler hakkında suizan etmeye götürür kişiyi. Böylece ördek hikayesindeki durum aynen cereyan eder. Anlatırlar ki ördek suda yıldız parıltısı görmüş ve balık sanmış onu. Avlamaya
çalışmış; defalarca tecrübeden sonra yıldız parıltısının av
olmadığını anlamış ve vazgeçmiş... Ertesi gün bir balık görmüş ama onu da yıldız ışığı sanmış ve avlamaya teşebbüs
etmemiş!
Artık arslana benimle ilgili yalan yanlış bilgiler
ulaşmış o da bunları doğru saymışsa başkasının başına gelen
benim de başıma gelir. Şayet hakkımda hiçbir şey
söylenmediği halde sebepsiz yere "keyfi için" kötülük
yapmak niyetindeyse hakîkaten şaşılacak bir haldir bu!
Denilir ki:
Kişinin, onu memnun etmeye çalıştığı halde dostun
memnun olmaması gariptir. Bundan daha garibi ise onun
rızâsına uygun davranmaya çalıştıkça berikinin
düşmanlığının artmasıdır. Hoşnutsuzluk belli bir sebepten
kaynaklanıyorsa problem çözülebilir, affa kapı aralanabilir.
Lâkin sebepsiz ise ümit yok demektir. Sebebe bağlı
dargınlık, elbet ortadan kaldırılacaktır, sebebin ortadan
kalkmasıyla!
Düşünüyorum da arslanla aramda nahoş bir durum
cereyan etmediği gibi ona karşı küçük veya büyük bir hatâ
da işlemiş değilim, hatırladığım kadarıyla. Hayâtıma
andolsun, dostluğu kalıcı olan herkes her an dikkatli
olmaya, dostunu incitmemeye çalışsa da hiçbir hatâ
işlemeyecek değildir elbet... Ama akıllı, vefakâr insan,
arkadaşı sürçtüğünde hemen menfi hüküm vermez. Kasten
işlenip işlenmediğine bakar bu suçun; derecesine bakar,
sakince ölçer biçer... Sonra affettiği takdirde zararlı çıkacak
diye düşünür ve bir muhasebeden sonra affeder elbet....
Arslan benim bir suçumu biliyorsa ben farkında bile
değilim bunun. Doğru, onun bazı sözlerine karşı nazettim,
çekimser davrandım; hayırlısını dileyerek muhalefet ettiğim
de oldu. Kim bilir davranışlarımı bu yüzden cüretkâr
buluyor, fakat suçlu değilim ki. Zira nadiren muhalefet
ettiğim hususlar zâten sağduyuya, inanca ve genel menfaata
aykırı hususlardı. Karşı çıkışlarımı da kumandanların
yahut arkadaşlarının huzurunda yapmış değilim. Bilakis
onunla başbaşa, saygılı bir şekilde gizlice açtım
itirazlarımızı. Zira iyi bilirim ki dostlarına iş danışırken,
doktordan şifâ beklerken ve şüpheli bir durumu fakihe
sorarken müsamaha bekleyen adam isabetli bir görüş
bulamaz; hastalığın tehlikesini atlatamaz ve dînî konularda
günaha batar.
Mesele böyle değilse muhtemeldir ki hükümdar bir
sarhoşluk anında bu karara varmıştır. Çünkü aradaki dostluk güven, gönül hoşluğu ve can emniyeti üzerine bîna edilse
de zor ve tehlikelidir hükümdarla beraber olmak.
Bu saydığım sebeplerin hiçbiri sözkonusu değilse eğer
karşı gelinmez hükmün; kaderin tecellîsidir bu. Kader değil
mi arşlarım kuvvetini çekip alan ve onu toprağa sokan?
Kader değil mi çelimsiz kişiyi koskoca azgın bir filin sırtında
taşıtan? Zehirli yılana, zehrini çekip alacak ve onunla
oynayacak adamı musallat eden de kader değil mi? Âciz ve
ahmak olanı akıllı ve basiretli hale getiren kader değil mi?
Cesaretli ve zekî kişiyi zavallılaştıran kader değil mi? Fakiri
zengin, ödleği cesur, cesuru korkak yapan da kader değil
mi? Evet hepsi de kaderin planıyla ardarda gelir başa...
Dinme:
— Arslan, hayırsızların kışkırtması, sarhoşluk nöbeti
yahut başka bir sebepten ötürü değil zâlim ve vefasız oluşun
dan ötürü sana karşı niyetini bozdu! Onun kalbi kara, içi kin
doludur. Sofrası tatlı ama neticede zehirlidir!
— Galiba ben de o yemeğin tadından haşlandım, ölüme yaklaştım. Ölüm vaktim gelmese, benim gibi ot yiyen bir
öküz niçin yaraşsın et yiyen arslanla? Tehlikenin ortasında,
tadı hoşuna gittiği için nilüferin göbeğine kurulmuş arı gibiyim. Tattığı lezzetle eğleşen arı akşamleyin nilüferin kapanışıyla içerde kalır; nice uğraşıp didinse de fayda etmez, can verir.
Şetrebe:
Dünyada ihtiyacı kadarıyla yetinmeyerek başka şeylere
göz dikip akıbetinden endişe etmeyen kimse, güzelim ağaç ve
çiçeklerle yetinmeyerek filin kulağındaki salgıya sulanıp bir
kulak darbesiyle geberen sinek gibidir! Sevgisini ve öğüdünü
şükür bilmez bir hayırsıza yönelten adam kıraç toprağa
tohum ekmektedir! Kendini beğenmiş salağa akıl veren
adam, ölüyle müşavere edene yahut sağıra sır verene benzer.
Dimne:
— Bırak edebiyatı da kendine çare bul!
Şetrebe:
— Arslan beni mideye indirmeye niyetlenmişe nasıl
kurtulacağım ki? Sen söylüyorsun zâten onun kötü niyetli olduğunu. Ben şunu da biliyorum: O hakkımda hayır düşünse
adamları hilekârca davranıp helakimi istediklerinde elbet
amaçlarına ulaşacaklardır. Zîrâ kötüler bir masumu mahvetmek istediklerinde zayıf da olsalar erişirler hedeflerine; o
suçsuz adam güçlü olsa ne yazar... Kurt, karga ve çakal düzenbazlıkla mahvetmediler mi koca bir deveyi!
— Nasıl oldu?
— İnsanların sürekli kullandığı bir güzergâh kenarındaki ormanda kurt, karga ve çakalla beraber bir arslan yaşarmış. Deve güden çobanlar dâima o yolu kullanırmış. Bir
gün sürünün ardında kalan bir deve ormanlığa dalar, arslanın yanına varır. Arslan:
— Neredensin? diye sorunca
— Falan yerdenim! der bizimki. Arslan:
— Ne istiyorsun?
— Kralımızın buyurduğu şeyi!
— Öyleyse memnun, mesut ve huzur dolu bir gönülle
kal yanımızda.
Arslanla deve epey dostluk ederler. Sonra arslan av
bulmak amacıyla yola düşer. Karşılaştığı fille şiddetli bir
mücâdeleye girişir ve dev hayvandan aldığı darbeyle yara
bere içinde geri döner. Filin etkili diş darbeleri arslanın her
yanında kanlı izler bırakmıştır. Bir daha ava çıkamayacak
kadar yorgundur, yerinden kımıldayamamaktadır. Öte
yanda kurt, karga ve çakal da aç kalırlar günlerce; zîrâ
arslanın artıklarından nasiplenmektedirler. Açlıktan
kıvranan asalakların durumunu farkeden arslan:
— Siz de pek zayıf düştünüz, size de yemek lazım....
— Yo, Yo! Efendimiz, biz kendimizi değil zât-ı âlîlerini
düşünüyoruz. Keşke biraz yiyecek bulsak da durumunuzun
düzelmesine vesîle olsak!
— Sizin samimî dileklerinizden kuşku duymuyorum.
Etrafı bir kolaçan edin, av bulabilirsiniz. Hem siz hem de ben
doymuş oluruz.
Kurt, karga ve çakal arslanın yanından ayrılarak bir
köşeye çekilirken. Aralarında fısıldaşırlar;
"Şu ot yiyenle hiç bir münâsebetimiz yok. Hâlî
hâlimize benzemez, fikri fikrimize uymaz! Arslanın kafasını
karıştırsak da onu yese, bize de birşeyler kalır elbet..."
Çakal:
— Bunu böylece söyleyemeyiz arslana! O, deveye can
emniyeti verdi.
Karga:
— Ben bu meselemizi çözerim! deyivermiş ve arslanın
huzuruna çıkmış. Arslan:
— Hayrola bir şey mi buldun? diye sorar. Karga cevap
verir:
— Çalışabilen ve görebilen kimse elbet bir çözüm bulur. Biz açız; bu karın gurultusuyla çalışmak ve av görmek ne
mümkün! Ama aramızda bir karara vardık. Hükümdarımız
da uygun görürse tamam deyip gerekeni yapacağız.
— Ne karara vardınız?
— Şu deve... Aramızdaki otobur. Onun bize faydası
yok!
Arslan kargayı tersler:
— Ne kötü bir fikir! Nasıl da gaddar ve merhametsiz
bir niyet! Biliyorsun ki ben deveye can emniyeti verdim; ahdettim ona bir şey olmayacak diye! Sen bundan haberdar olduğun halde hangi cüretle bu laflan söyleyebiliyorsun? Korku ve endişeyle kıvranan bir garibi huzura kavuşturan, bir
adamın kazandığı sevaptan daha büyüğü var mı? Ben deveye aman verdim; cayamam vadimden!
Karga:
— Hükümdarımızı anlıyorum... Ama bir ailenin kurtulması için bir can, bir kabilenin kurtulması için bir aile, bir
şehrin kurtulması için bir kabile ve bir hükümdarın
kurtulması için bir şehir feda edilse yeridir! Şimdi
hükümdarımızın ihtiyacı vardır... Ben onu, verdiği sözün
ağırlığından kurtaracağım. O meşakkat altına girmeyecek,
kendisi bu işi takip etmediği gibi kimseye de bu hususta emir
göndermeyecek. Biz, evet biz, hükümdarımız için zafer
getirecek bir çare bulacağız.
Arslan, karganın konuşuğuna cevap vermez;
düşüncelere dalmıştır. Karga arslanın tasvibini hissedince
arkadaşlarının yanına varır ve şöyle der:
— Deveyi yeme hususunda arslanla konuştum. Şimdi
hep beraber deveyi de yanımıza alarak onun huzuruna çıkalım. Ona düşkün olduğumuza, başına gelen açlık belasını giderme hususunda gayretli olduğumuza dâir imada bulunalım, üzgün gözükelim. Herbirimiz kendini arslana sunsun,
kurban olarak. Öte yandan diğer ikimiz itiraz ederek bu tek
lifi eleştirsin. Arslanın o arkadaşımızı kurban olarak yemesinin yanlış olduğunu izah etsin. Bu tuzağı başarıyla uygularsak hepimiz kurtuluruz, arslan da bizden razı olur.
Böylece arslanın yanına varırlar. Karga başlar söze:
— Hükümdarımız! Seni güzelce yaşatacak ve semirtecek bir kurban lâzım sana. Senin sayende yiyen içen, yaşayan
bendelerin olarak biz, kendimizi sana sunuyoruz. Sen ölürsen
hiçbirimiz yaşamayız senin ardından. Hayat acı gelir bize.
Ben öne çıkıyor ve hükümdarımın beni yemesini istiyorum!
Kurtla çakal hemen itiraz ettiler:
— Sus! Hükümdar seni yese ne olur, yemese ne olur!
Sen onun dişinin kovuğunu bile dolduramazsın!
Çakal:
— Ama ben hükümdarımı doyururum! Beni afiyetle
mideye indirsin, razıyım!
Hemen kurtla karga itiraz ettiler:
— Sen kokmuş, çirkef bir şeysin...
Kurt:
— Ben öyle değilim! Hükümdarımız beni yesin! Kendimi sunuyorum, yürekten razıyım bu hükme!
Bu sefer de karga ile çakal müdâhale ederler:
— Doktorlar der ki: "Hayatına susayan kurt eti yesin!"
Bu konuşmalar bittiğinde deve şöyle bir sonuca varmış: Kendisini kurban ederse ötekiler hemen atılacak, birbirlerini korudukları gibi onu da koruyacaklar bir bahane bularak... Böylece hem selâmete kavuşacak hem de arslanı razı
edecek. Muhtemel tehlikelerden bertaraf olmak da işin cabası... Hemen söze girer deve:
— Hükümdarımız lütfedip beni yesinler! Karnı doyar,
etim hoş ve lezizdir, içim tertemizdir! Buyursun bana! Arkadaşları ve bendelerine de ikram etsin benim etimden! Razıyım bu hükme!
Ansızın kurt, çakal ve karga ağız birliği ederek:
— Deve doğru söylüyor! Gayet cömert davrandı, doğru bildiğini haykırdı! derler ve üzerine çullanırlar saf devenin...
İşte (ey Dimne), bu hikâyeyi sana anlattım,
bilmelisin ki arslanın çevresindekiler benim işimi bitirmeye
niyetliyseler onlardan korunamam asla! Arslan onlar gibi
düşünmese de böyledir bu. Faydası olmaz bana onun iyi
niyetinin. Derler ki: Hükümdarların en iyisi, halkı
arasında adaletli davranandır. Arslanın kalbi bana karşı
güzel ve dostça hislerle dolu olsa ne yazar? Dedikodular
onu bozacaktır elbet! Zîrâ dedikodu, kendisi arttıkça acıma
ve şefkati azaltan bir haldir. Suyun söz gibi olmadığını
mutlaka farketmişsindir! Taş ise insandan da sert... Ama
su, taşın üzerine aka aka delik açar onda! Sözün de insana
olan tesiri böyledir...
Dimne sordu:
— Öyleyse ne yapmayı düşünüyorsun?
— Kavga için hazırlık! Başka çârem yok. Zira ne dua
eden kişi duâsıyla, ne sadaka veren sadakasıyla, ne de takvâlı kişi takvâsıyla kazanabilir, dâvası haklı bir temele oturan
adamın savaş esnasında kazandığı sevabı!
Dimne:
— Aslında başka bir yolu yordamı varsa tehlikeye atılmak hiç doğru değil! Tedbirli kişi, savaşı son çâre sayan, önce elinden gelen manevra ve hileyi uygulamaya koyandır.
Derler ki: Düşman, zayıf ve zavallı diye küçümseme; özellikle de başının çaresine bakacak ve yardımcı bulabilecek durumdaysa! Var sen hesâb et, cesur ve güçlü arslana karşı ne yapmak lâzım geldiğini! Zayıf gördüğü düşmanı hafife alan
kişi, deniz perisinin Taytava kuşu sebebiyle düşürüldüğü tuzağa düşer.
— Nasıl oldu bu?
— Anlatırlar ki Taytava adlı bir deniz kuşu sahilde yaşarmış, karısıyla birlikte. Yumurtlama zamanı gelince dişi
erkeğine bir teklif sunmuş:
— Şöyle etrafı korunaklı bir yer bulsak da orada yavru
etsek.. Zîrâ ben deniz perisinin suyu kabartıp yavrularımızı
götürmesinden korkuyorum.
Erkek:
— Bulunduğun yer uygun. Orada yumurtla! Hem su ve
çiçekler bize yakın, ne güzel!
Dişi:
— Ahmak! Ben deniz perisinin yavrularımızı alıp götürmesinden endişe ediyorum.
— Aman sen de! Oracıkta yumurtla işte; deniz perisi
böyle bir şey yapmaz.
— Ne kadar da inatçısın! Onun seni nasıl tehdit ettiğini hatırlamıyorsun, değil mi?! Gücün ne senin? Kendini bilmiyor musun?
Ama erkek karısının sözlerim dinlememiş. Dişi epey
ısrar ettiği halde kocasına lafını dinletemeyince demiş ki:
— Öğüt vereni dinlemeyen, ördeklerin sözüne kulak
vermeyenin akıbetine uğrar! Erkek merakla sormuş:
— Nasıl olmuş ki? Dişi kuş:
— Anlatırlar: Kenarı otlak bir gölde iki ördek yaşarmış. Bir de onlarla gül gibi geçinen bir kaplumbağa. Gün gelmiş, gölün suyu çekilmiş. Ördekler kaplumbağaya veda etmeye gelip demişler ki:
— Sana selam.. Buradan çekip gidiyoruz biz, suyu kuruduğu için.
— Suyun kuruması benim gibilerine de zarar verir.
Ben gemiye benzerim, suyla yaşarım. Oysa siz nerede olsanız
yaşarsınız, beni de yanınıza alsanıza!
Ördekler:
— Olur! deyince kaplumbağa:
— Beni nasıl taşıyacaksınız? diye sormuş.
— Bir çubuğun iki tarafını tutarız. Sen de ortasını yakalarsın ağzınla. Böylece seni havada götürürüz. Yalnız sakın ha
ağzını açmayasın, insanlar (sana bakıp da) konuştuklarında!
Ördekler bu açıklamayı yaptıktan sonra
kaplumbağayı takmışlar çubuğa, havalanmışlar. İnsanlar bu
manzarayı görünce:
— Ne garip, iki ördek bir kaplumbağayı aralarına alıp
götürüyorlar! demişler. Kaplumbağa dayanamayıp:
— Allah gözlerinizi çıkarsın e mi! deyivermiş ve ağzı
açıldığı için yere çakılıp ölmüş.
Erkek kuş hikayeyi dinledikten sonra:
— Tamam seni dinledim ama sen yine de deniz perisinden korkma! demiş.
Ve su kabarıp yavrular dalgalarla gidince dişi:
— Ben en baştan bunu biliyordum! demiş. Erkek ise:
— İntikam alacağım! diye söz vermiş. Bu hisle kuş camiasını toplayan erkek:
— Siz benim kardeşlerim, güvenilir dostlarımsınız.
Lütfen bana yardım ediniz! demiş.
— Ne yapmamızı istersin? diyen kuşlara cevap vermiş
Taytava:
— Toplanırız, hep beraber öteki kuşlara gideriz. Deniz
perisinin bana yağdırdığı felaketi anlatırız, derdimi bildiririz. Sonra deriz ki onlara: "Siz de bizim gibi kuşsunuz. Bize
yardım etsenize!"
Kuşlar:
— Tamam, Anka bizim efendimiz, kraliçemizdir. Bizimle beraber oraya gel! Seslenelim, çıksın karşımıza. Deniz
perisinin sana neler yaptığını anlatalım.
Onun hükümdarlığını kullanarak intikam almasını
isteyelim!
Kuşlar Taytava'yla giderler Anka'ya. Huzurunda
yalvarıp yardım isterler. Anka onların karşısına çıkar.
Kuşlar durumu izah edip deniz perisiyle savaşmak için
gelmesini isterler. Anka kabul eder.
Deniz perisi, Anka'nın göğü dolduran bir kuş
ordusuyla yanaştığını görünce teslim bayrağını çeker. Böyle
azametli bir hükümdarla savaşamayacağını anlar,
Taytava'nın yavrularını iade eder, barış yapar ve Anka
döner geriye.
Dimne sözünü tamamlayınca Şetrebe'ye dönerek;
— Bu hikayeyi sana doğrudan arslanla savaşmanı uygun görmediğim için anlattım...
Şetrebe:
— Ben arslanla savaşacak, ona karşı gizli yahut açık
bir düşmanlık besleyecek değilim. Eski vaziyetimi değiştirmeyeceğim. Ancak korktuğum başıma gelir, beklediğim hareketi yaparsa savaşacağım onunla sonuna kadar!
Dimne Şetrebe'nin bu açıklamalarından hoşlanmaz.
İyice anlar ki bu öküzün savaşmaya niyeti yoktur ve ona karşı
sayıp döktüğü belirtileri arslanda göremezse iş sarpa saracak,
suçlu duruma düşecektir. Dimne Şetrebe gözünde hâin
olacaktır. Durumu kurtarmak için yine oyun yapar:
— Sen var hele arslana!.. Suratına baktığında pek hayırlı düşünmediğini anlayacaksın.
— Nasıl yani? der Şetrebe. Dimne devam eder:
— Huzuruna çıktığında onun kuyruğu üzere oturup
göğsünü sana çevirdiğini, gözünü sana sâbitleyip kulaklarını
diktiğini hattâ ağzını açtığını göreceksin! Kısaca sana saldırmak için hazırlandığına tanık olacaksın!
— Bu alâmetleri arslanda görürsen senin doğru sözlü
olduğunu anlarım.
Dimne arslanı öküze, öküzü de arslana kışkırttıktan
sonra rahat eder ve derhal varır Kelile'nin yanına. İkisi
karşılaştıkta Kelile sorar:
— Senin işin ne oldu, nereye vardı?
— Tam istediğim gibi oldu. İkimizin dilediği gibi sonuçlanacak!
Sonra her ikisi de arslanla öküzün kavgasını
seyretmek, olayın neticesini anlamak için yola düştüler...
Şetrebe huzura girer. Arslanı tıpkı Dimne'nin izah
ettiği gibi bulur. Kendi kendine: "Doğruymuş! Hükümdarla
dostluk kuran koynunda yılan besleyen gibidir. Ne zaman
saldıracağı belli olmaz!" der. Arslan da öküzü seyretmekte ve
Dimne'nin bahsettiği belirtileri görmektedir onda. Şimdi hiç
kuşkusu kalmamıştır öküzün döğüşmeye geldiği hususunda!
Ansızın yerinden fırlayarak hücum eder öküze. İkisi
arasında korkunç bir kavga başlar. İkisinden de kanlar akar.
Kelile arslanın başına gelenleri görünce Dimne'ye şöyle der:
— Hükümdar, yârânıyla hükümdar, deniz de dalgalarıyla deniz. Sana öğüt verdim, seni terbiye etmeye çalıştım;
ama yaptıklarım, o malum adamın kuş
Eserin yazarı: Beydebâ -İbnü'l-Mukaffa Eser: KELİLE VE DİMNE