Kitaplar | Yazarlar | İlmihal | Sohbetler | Hutbeler

VAHİY NEDİR?VAHYİN DİLDE ve DİNDE MÂNALARI

Kamusun beyanına göre:
"Vahiy, işaret eylemek mânasınadır. İşaret-i serîa mânasına mevzudur ve mânayı merkum alâ veçhir-remz vetta'riz kelâmla ve terkipten mücerred savtile ve bazı cevarih ile bil'işare hâsıl olur. Ve kitabetle de suret bulur. Bu cihetle bunların her birinde istimal olunur... Ve vahiy yazı yazmak mânasınadır. Ve yazılmış nâme ve kitabe ıtlak olunur. Ve elçi göndermek mânasınadır. Ve ilham mânasınadır. Ve gizlice söz söylemek mânasınadır. Ve mutlaka bir âher adama ilka olunan kelâma denir. Ve savt ve âvaze denir, gerek insanın ve gerek şâirin olsun. Ve vahiy sür'at eylemek mânasınadır.""(îha) bir adama bir kimseyi, ya bir nesneyi göndermek mânasınadır. Ve ilham mânasınadır. Ve kalbe havf ve endişe düşüp hafvnâk olmak mânasınadır.(4)
Ragıb Isfahani der ki:
"Vahyin aslı, seri' işarettir. Ve sür'atı tazammun eder, remz yoluyla ve söz ile olur; bazan terkipten mücerred savtla olur; bazı cevarih ile işaretle ve kitabetle de olur."
ll'inci sûrenin 19'uncu âyetinde (Evhâ İleyhim) onlara söz söylemeden işaret etti mânasınadır. İha cevarihle de yapılır,
Arap şairi şöyle demiş:
"Ona şöyle bakıverince fikrimin incelikleri onun eşsiz güzel vasıflarına hayran kaldı. Bu bakış ona benim onu sevdiğimi ihâ yâni işaret etti ve o bunu anlayınca eseri yanaklarında belirdi.''
Görülüyor ki, vahiy: Başkalarına gizli kalan bir şekilde kendisine tevcih olunan kimseye hususî ve serî bir şekilde gizli olarak bildirmektir. Garizi ilhame de vahiy denir, arılara olunan vahiy gibi:
(ve evhâ Rabbüke ilen-nahl واوحي ربك الي النحل)
Hatıralara ilham ve temiz ruhlu, selim fıtratlı insanın kalbine koymak mânası da gelir. Hazreti Musa'nın anasına vahyi gibi.
Bunun zıddı da böyledir. Oda şeytanın vesvesesidir: 6'ncı sûrenin 112'nci âyetindeki vahiy sözü böyledir.
ان الشيا طين لحونون بعضهم الي بعض

Allahın Enbiyasına vahyinde fiilin asıl maddesindeki bu iki aslî mâna yâni gizlilik ve sür'at vardır. Masdarın mânası budur. Vahyin din dilinde mânası: Allahü Taâlânın Peygambere bir hükmü şer'îyi bildirmesidir; onun kabine ilkasıdır.
Türkçemizde vahiy dinî mânasında olarak kullanılır. Ancak bazan ilham yerine de kullanılmıştır.
Leskofçalı Galip Bey:
Tecelli berk urur yeryer sevâd-ı dâğ-ı canımdan,
Cihân-ı Tûr-i aşkım, nûr akar her gülistanımdan

diye başlayan kasidesinde:
Ben ol vahy~âver-i nazmım ki sît-ı şehîr-i Cibril Olur peyda sarîr-i hâme-i mu'ciz beyânımdan.
demektedir.
İstiklal Marşımızı yazan büyük İslâm şairi merhum Akif de ölmez şehitlerimiz için yazdığı Çanakkale şiirinde vahiy kelimesini şöyle kullanmaktadır:
"Bu, taşındır."diyerek Kâbeyi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Yine birşey yapabildim diyemem hâtırana.''
Vahiy ile ilham arasında fark vardır. Vahyin Allah tarafından olduğuna Peygamberin kalbinde zarurî bir ilm-i yakin hâsıl olur. İlham ise nereden geldiği belli olmayan bir his ve şuurdur.
İlham, delilsiz olarak yâni bilgi vasıtalarımızdan birine dayanmayarak kalbe feyiz tarikiyle doğan mânadır. İnsanlar için bilgi vasıtaları; selim hisler, akıl ve haber-i sadık olmak üzere üçtür. His ve müşahede altına girmeyenleri akıl ile biliriz. Akıl da her şeyi bilemez. Akıl ve his ile bilinmeyen şeyler hususunda bir sadık habercinin haberine, sem'an nakle muhtacız... Vahiy ve nübüvvet bu kısımdandır. Vahyin suret-i vukuunu ve mahiyetini ancak Enbiya bilir. Bu hâl, nübüvvet sırlarındandır. Şeyh Dede Galib'in dediği gibi:
Ey hâme o rutbe olma çâlâk,
Esrar-ı nübüvvet olunmaz idrâk.


Zaten ruhî haller hakkında beşer bilgisi pek kısadır. Bugün ilim ve fennin akıllara hayret verici terakkisine rağmen, psikoloji sahasında emekleyen bir çocuk vaziyetinden ileri geçebildiğini kim iddia edecek? Son gelişmelerin ve
buluşların meydana çıkarmaya başladığı şuuraltı âlemler ne esrârengiz şeylerdir. Vahyin hakikatini kavrayabilmek ise çok güçtür, hattâ vahyin hakikatını idrâke imkân yoktur; vukuunu inkâra imkân olmadığı gibi.
Muhammed Reşit Rıza "Vahyül-Muhammedî'' nam eserinde bu husustan bahsederken "Aklı Zâhir ve Aklı Bâtın" diye bir taksim yaptıktan sonra diyor ki: "Aklı Bâtından başka bir de Aklı Hafiy" vardır. Tahteşşuur ilham diyebileceğimiz aklı bâtın fikirleri okur, gizli şeyleri bilir. Şuur altı öyle kuvvetli bir şeydir ki, ondan hiçbir şey kaçmaz. Her şeyi şuurun tâ derinliklerine gömer, bazan meydana çıkarıverir. Gizli şuur fevkalâde haller arzeder. İspirtizma ilim dünyasını meşgul eden bir hâl alıyor."
Hayvanlardaki hayret verici şeylere biz şeriat dilinde, "ilham-ı fıtrî" diyoruz. Garp ulemâsı buna sevki tabiî adını veriyor. Hayvanlara bile vahiy var. Umumî mânada vahiy bir tahteşşuur ilhamdır. Akl-ı bâtın ruh yerine kaimdir. Nefs-i ruhânîdir. Ruh âlemi esrarla doludur ve örtülüdür. Anlayamıyoruz diye inkâra kalkışmak akıl kârı değildir. Avrupa ulemâsı vahyi inkâr etmez, Akl-ı bâtından, ruhanî nefs-i hafiden coşan âmâle vahiy adını verir. Aradaki fark: Bize göre vahiy Allahtan nâzil olmuştur. Onlara göre içten feyiz ile coşmuştur. Bize göre Melek vasıtasiyle nâzil olur. Onlarca Melek akl-ı hafidir, tahayyülden gözüne görünür."
Hıristiyanlıkta bizim dinimizde olduğu mânada vahiy olmadığından bu hususta Avrupa ulemâsı fikir yürütmez. Onlarca İsa'ya vahiy gelmeye hacet yok, çünkü onlara göre, O, İbnüllah, Allahın oğlu, bizde ise Peygamber beşerdir, Allah kendisine vahyeder.
Yukarıda işaret olunduğu gibi Kur'an Hazreti Muhammed'in akl-ı zâhir ve akl-ı bâtınının eseri olamaz. Vakıa insanda mahiyeti bilinmeyen akl-ı bâtın olup ilm-i gayb ve şuhudda hafiy olan şeyleri onunla bilir. Harikulâde işler sâdır olur. Fikir okumak, ispirtizma halleri böyledir. Fakat böyle insanın içinde bulunduğu farzolunan akl-ı hafiy arasındaki mesafe ve münasebet nedir, bilinmez. Müsbet ve menfi elektrik birleşince ziya hasıl olduğu gibi bâtındaki akl-ı hafiy ile hariçteki akl-ı hafiy birleşince vahiy hâsıl oluyor denemez. Vahiy akl-ı bâtından coşan bir şuur değildir. Vahiy nefsî de değildir. Bunlar meseleyi izah edemez. Ancak zihinlere biraz daha yakınlaştırır. Vahyin mahiyeti, ruh gibi esrar-ı ilâhiyedendir.
Maddecilik cereyanını oldukça önleyen şu esrarlı ispirtizm cereyanı meseleyi kolaylaştırır. İspirtizm gösteriyor ki, "Akl-ı Bâtın" vardır. İnsanın iç âlemi bir muammadır. İspirtizm halinde görüyor, işitiyor, hem uzaktan, mesafe kaydı kalkıyor. Demek, cesetten ayrı ruh vardır. Ruhlarla temas mümkündür, İspirtizm hususu istidad iledir. Vahyin mümkün olduğunu gösterir bir hâdisedir; Enbiyanın hususî sıfatları vardır. Allahü Taâlâ onlarda o kabiliyet ve istidadı
hazırlar. Melek vasıtasiyle onlara vahiy ilka eder. Melekten Peygamber vahiy telâkki eder.
Vahyin mümkün olduğu ilim âlemince kabul edilmiştir. Maddecilerin ''Materyalistlerin" azgın cereyanı yirminci asırda biraz durmuştur. Ruh ve mâneviyat âlemi esrarengizliğine rağmen, bugün ilmî bir meşgale olmuştur. Mesele kuru bir inkârla geçiştirilemiyor. Beşer fıtratında saklı vehbî (tabiî) melekeler, merkûz kudsî garizeler vardır.
Müdekkik âlim rahmetli Elmalılı Hamdi Yazır'ın şu satırlarını da dinleyelim:
"Bu kerre de döner mücerred şuur delâletiyle bir de sırf ruhanî yoldan giderek bir müşahede ve tasnif daha yapmak için harekete gelirim... Bu kerre ruhanî nokta-i nazarla olan bu ikinci mülâhazaya gelelim: Bu haysiyetle kendimize bakınca şuur âlemimizin bir seması demek olan gönlümüzde nefs-i natıkamızda bir arz gibi "Ene" vicdanının merkezi bulunan kalbimizde iyman ve irade şuuru uyandırmak üzere muhit ile alâkadar yedi pencere buluruz ki, ''bunlardan bize mütemadiyen ruh sereyan eder. Beşi yalnız cismanî muhit hâdiselerine nâzır olan havassı hams (Beş duygu), altıncısı onların vâridatiyle daha ilerisine nâzır olan akıl ve mantık, yedincisi herkeste sarih ve kavi olmamakla beraber hepsinden geniş olan ilham ve vahiy kuvveleridir. İşte biz, meşair denilen bu yedi pencereden kalbimize inip çıkan ruh ve basiret nurunun kuvvet ve za'fına göre hakikattan haberdar olur ve ona göre iyman ve irade cehdiyle âkıbetimiz olan gayeye doğru yürüyoruz. Nefes alırken ciğerlerimize kâbiliyetlerine göre hava girip çıktığı gibi, his ve idrâkte de meşâirimize ruh inip çıkarken o cereyan-ları yerli yerine hakkiyle iysal ve tevzia hizmet eden ve melâike denilen bir çok gizli ve hayırlı maddî ve mânevî kuvvetler bulunduğu ve mâniaları bertaraf ederek idrâkimizi; iymanımızı, irademizi takviye için çalıştığı gibi bilâkis o ruh cereyanlarının bize nüzulü sırasında yol kesen eşkiya gibi pusu kuran, varidatımızı soymaya ve hiç olmazsa vehim ve hayal ilkasile müzahame edip bizi aldatarak neuzü-billâh idrâkimizi, iymanımızı, irademizi gizliden gizliye idlâl ve ifsad etmeye çalışan maddî ve mânevî bir takım şer ve alçak kuvvetler de vardır ki, bunlara da cin ve şeytan denilir. Dostu düşman veya düşmanı dost zannettiren bir vehm, biri iki, eğriyi doğru veya bilâkis gösteren bir hayal, iyiyi, kötüyü iyi zannettiren bir fikir, boş yere gönlümüzü imrendiren veya bulandıran bir rüya veya söz intibaı hep gizli veya açık bir şeytan parmağıdır ki, bunlar bizimle sema arasında icray-ı şakavet ederler. Bunlar olmasaydı biz hiç bir his ve irademizle hata etmez, her hususta hakka intibak ederdik. Bizim bun-lardan korunabilmemiz için de birincisi nefsimizin fıtrî kabiliyeti, ikincisi inmekte bulunan ruh cereyanının tam ve kabiliyetimizle mütenasip olarak şiddet ve kuvveti, üçüncüsü de iradenin hudu-dunda bu varidatın tâ menbaı vahye kadar yekdiğerine mutabakatlarının derecesi gözetilmek lâzımdır. İşte bize böyle bir merkez noktası gibi tecelli ederek (ben) dedirten nefsimizle muhitimize tabaka tabaka intibakımızı ifade etmek suretiyle bizi hakikattan haberdar edip duran ruh cereyanına medhal ve mahreç halinde açılmış bulunan yedi şuur noktasına içinden ve dışından vârid olabilen yedi nevi hâdisat ve idrakât âlemleri de benlik zeminimizi sarmış bulunan yedi semadırlar. Yâni Lâmise muhiti, Zâika muhiti, Şâmme muhiti, Sâmia muhiti, Bâsıra muhiti, Akıl ve Mantık muhiti, İlham ve Vahiy muhiti demek olan bu yedi âlem aralarında tabaka tabaka mütenevvi ve aynı zamanda müte-tabık birer tecelli tarziyle vicdanımıza intibakları nisbetinde bizim hem âfakımızla hem de kendimizle intibakımızı temin eden bir vahdet nizamı arzederler ki..." (5)

Vahiy ve nübüvvet hakkında Hıristiyanlığın akidesi bambaşkadır. Dinî ve asrı ilimleri bir arada toplayan Doktor George 1894'de Beyrut'ta Amerikan Matbaasında basılan "Kamusül-Kitabül-Mukaddes" nam eserinde vahyi târif ederken vahyin ilham mânasına olduğunu söyledikten sonra; kitap vahiydir demek, bu mânaca vahiy "Ruhullahın kitaba hululüdür" diye târif yapıyor ki, bu Hıristiyanca bir izahtır. Böyle bir şey Musevîlikte de yoktur. İlhamı, Ruhullahın mülhemin ruhuna hululüdür, diye izah etmek haksızlıktır, hatadır.
Vahiy ve Kur'ân'ın ne veçhile nâzil olduğu hakkında Abdülaziz Çavuş'un ''Esrâr-ı Kur'ân'' adlı tefsirinden bu konu ile ilgili satırları okuyalım:
Kur'an'ın nüzul keyfiyeti:
"Kur'an-ı Kerim nasıl nazil oldu? Kur'an Peygamber'in kavli midir? Kıssaların tekrarındaki hikmet nedir? Bu ve buna benzer bir takım meseleler var ki, ilk devir müslümanları istisna edilecek olursa, eskiler ve sonra gelenler bunları uzun uzadiye söz konusu etmişler ve bu meselelerden çıkan ihtilâf bugüne kadar kat'î bir surette hal olunamamıştır. "Kitapta ihtilâfa düşenler, uzak bir şikak içindedirler." (Bakara: 175)
"Şurası bilinmelidir ki, bizzat Kur'ân'ın âyetleri, Kur'an-ı Kerim'in Hazreti Peygambere ne veçhile nazil olduğunu beyan ve izah etmektedir."
"Ayetlerden bazısı Kur'ân'ın Resûl-i Kerimin kavli olduğunu duyuruyor:
"O (Kur'an) Resul-i Kerim'in sözüdür, o asla şair sözü değildir, ne de az inanıyorsunuz. Kâhin sözü de değildir, ne kadar az düşünüyorsunuz" (Hâkka: 40) âyeti gibi. Görülüyor ki, bu âyet, Kur'ân'ın şiir ve kehânet nevinden bir şey, Muhammed Bin Abdullah'ın Peygamberliğinin başından itibaren mecnun bir şâir, seci yapan bir kâhin olduğu zannında bulunanların bâtıl zanlarını red için nâzil olmuştur. Müşriklerin Peygamberimiz hakkındaki bâtıl zanlarını çürütüp red eden bu âyet-i kerimedeki "O Resul-i Kerim'in sözüdür" kavlinden maksat Peygamberlikten önce kendisine isnat olunan hallerden hiç birisi kendinde bulunmayan Muhammed Aleyhisselâmdır."
"Diğer bir takım âyet-i kerimeler Kur'ân'ın Allah tarafından vahiy yoluyla Hazreti Peygambere nâzil olduğunu gösterir.
"Kur'an-ı sana biz indirdik" (Dehir: 23)
"Ruhul Kudüs onu Rabbinden sana hakla indirdi. " (Nahl: 102)
"O arzuya göre söylemez, o ona vahy olunmuş bir vahiydir. '' (Necim: 3,4)

"Bu itibarla Kur'ân'ın Hazreti Peygambere ne suretle nazil olduğunu ve ondan evvel gelip geçen peygamberlere semavî kitapların nasıl inzal edildiğini beyan etmek gerekiyor. Esasen İlâhî vahy'in Peygamberlere ne veçhile geldiğini gösteren âyetler vardır:
"O âlemlerin Rabbinin indirmesidir, sakındırıcılardan olasın diye Ruhul-Emin onu senin kalbine açık bir arapça dil ile indirmiştir."(Şuarâ: 192-195)
"Bu âyet İlâhî vahyin Cebrâil vasıtasıyla doğrudan doğruya Peygamberlerin kalplerine indiğini gösterir. Bu takdire göre vahy, Cenab-ı Hakk'ın Peygamberler vasıtasiyle insanlara tebliğ etmek istediği emirleri, hükümleri, mevizaları Peygamberlerin kalplerine ilhâm etmesiyle olur. "De ki, Cebrail'e kim düşman olursa olsun, O Kur'an'ı Allahın izniyle senin kalbine indirdi. " (Bakara: 97) âyeti bunu teyit eder."
Mushaflardaki yazılmış olanlar (nukuş) hâdis olduğu gibi lisan ile okunan âyetler, gerek Peygamber ve gerek diğerleri lisaniyle olsun, aynı mahiyettedir. Âyetlerde Kur'an-ı Kerim'in (Zikri muhdes) olarak vasıflandırılması da buna delildir." (Enbiya: 2, Şurâ: 5)
"Mâmaafih bu sözlerden Kur'an'ın Peygamberin kelâmı olduğu, yani Kur'an'ın son derece muciz olan elfaz ve ibarelerini, terkib ve telifini, ondaki kıssaları ve hükümleri onun ihtira etmiş olduğu manası tabii asla anlaşılamaz. Çünkü Hazreti Peygamberin Peygamberlik gelmezden önce okuyup yazma bilmiyen (ümmî) olması bu tarz telakkiye meydan vermiyeceği gayet bedihidir. ''
Evet Peygamber Efendimiz, milleti arasında, 40 senelik şerefli bir hayat geçirdi ki, bu müddet zarfında arapların öğünme sermayesi olan şiir ve hitabete dair bir şeyle meşgul olduğu, bir kâhin olduğuna hüküm ettirecek şecili sözlere heveslendiği görülmediği gibi, kitaplara ve esâtire vâkıf bir bilgiye sahip değildi. Geçmiş Peygamberlerin ve hükümdarların olaylarına aşınâ bir müverrih de değildi..."
"Fakat 40 yaşına girince lisanı bir fesahatlâ açıldı, kalbi de ilim, hikmetle doldu. Bu Allahın bir fazlı ve keremi idi. "Allah, sana kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti." (Nisa: 112) Allah tarafından risaleti tebliğe, dini yaymaya, insanları doğru yola davete ve irşada memur oldu. "O Allah, ümmilere içlerinden bir Peygamber gönderdi, onlara onun âyetlerini okur, onları temizler, onlara kitap ve hikmeti öğretir, halbuki önce apaçık dalâlette idiler." (Bakara: 129)Peygamberliğin iptidasından itibaren Allah tarafından bir veya bir kaç âyet bizim bugün okuduğumuz haliyle ayni tertipte arapça olarak Peygamberin kalbine ilkâ ve ilhâm olunur, bu âyetler kalbin tercemanı olan lisanından olduğu gibice sadır olurdu. "Kendilerine indirileni insanlara beyan edesin diye biz sana Kur'an'ı inzal ettik. "(Nahl: 44).
"Kur'an âyetlerinin peygamberle kâim olması ve kalbine intibaı suretini, birimizin yazı yazmak veya manzume düzmek istediğimiz zaman hasıl olan hâlet ve tesirata kıyas etmek doğru olamaz. Biz böyle bir şeye teşebbüs ettiğimiz zaman, evvel emirde uzun uzadıya zihnimizde manaları tasarlar, tertip eder, kelime ve ibareleri terkib haline getirmekle beraber yazacağımız şeyin düzgün, bağlantısı yerinde, yazılışı mükemmel olabilmek için ilimden, içtimaî meseleler hakkında bildiklerimizden, mantık kıyaslarından yardımlaşırız. Fikrimizde hazırladığımız zihni suretler ve nefsî ibareleri bir hayli düşünerek derler toplarız, atıp katarak muayyen bir şekil verdikten sonra içimizde hazırlanmış olan bu düşünceleri lisanımızla ibare halinde beyan ederiz. Dilden çıkan sözler, kafadaki manaların kelime haline gelmesidir. İşte bu şartlar içinde ifade edilen bir fikir ve meram, tertip ve mana itibarıyla kalpdeki maksatlara uygun olur. Şairin dediği gibi:
"Söz asıl kalptedir. Dil kalpdekine tercüman olur."
"Beyana hacet yokdur ki, eşyanın dış suretlerinin ayni, yahut ona yakın suretlerle temessül etmedikçe zihinde vücut bulması kâbil değildir..."
"Bütün bunlar: dış suretleri olan cisimlere âittir. Oğulluk, babalık, nefi ve isbat gibi madde veya madde ile kaim olan mahsûs şeyler sırasına girmeyen manevî şeylere gelince; kelimeler, işâretler, rumuzlar gibi bir takım maddî vasıtalar olmadıkça bunların zihinde hazırlanması ve fikren temsili kâbil değildir. Bunun için nisbî manalardan birinin, ibarenin delâleti, rumuzun işâreti olmadıkça zihinde temessülü imkânsızdır."
"Meselenin bu cephesi aydınlandıktan sonra, kolaylıkla anlaşılır ki, Cenab-ı Hakk kullarından birine âyetlerini ve hükümlerini vahy etmek isteyince, onun kalbine emirlerini, nehiylerini, ahlâk, din kâidelerini mutazammın ibareleri ilka etmekle beraber o ibarelerin mana ve suretleri hakkında onda bir ilim-i zarurî yaratır. Ve hatta telakki eden zât ise tertip ve telifinde şahsî tesiri olmaksızın zihninde temessül eden hükümleri ve âyetleri havi olan, ansızın kalbinde tecelli eden vahy ibarelerine lisanından sadır olan ibarelerle terceman olur. Bundan başka "Ey Resul, Rabbin tarafından sana inzal olunanı tebliğ et, eğer bunu yapmazsan risâletini tebliğ etmemiş olursun." (Maide: 70) âyeti vahy olunan âyetleri ziyadesiz, eksiksiz tebliğe memur olduklarını da beyan etmektedir.'
"Biz kendilerine beyan etsinler diye gönderdiğimiz her Peygamberi kavminin diliyle göndeririz." (İbrahim: 4) âyeti de bu maksadı açıklar."
"Bu hususla ilgili olarak nâzil olan âyetler arasında maksada en açık delâlet eden âyetler Kıyamet süresindeki: "Endişe edip dilinle Kur'an'ı söylemekte acele etme, Kur'an'ı cem' edecek ve okutacak olan biziz, Biz okuduğumuz zaman o okuyuşa tâbi ol." (Kıyame: 16-18) âyetleriyle "Vahyi tamamlanmadan önce Kur'an'ı acele etme" (Taha: 114) âyetidir. Bu âyetler açık olarak gösteriyor ki Kur'an'ı terkip ve telif ettikten sonra onu heyetiyle Peygamberin gönlüne tevdi eden ve onu Peygamberin lisanından söyleten, onu anlatmayı ve beyanı teahhüt eden doğrudan doğruya Allah'tır.''
"Kur'an'ın nüzulü meselesini ortaya atıp müslümanların kalplerinde şüpheler ve tereddüdler uyandırmak isteyenler, bu kabil âyetler karşısında ne diyeceklerdir. "Bunlar Allah'ın âyetleridir Onları sana hakla okuyoruz. Allah'tan ve O'nun âyetlerinden sonra acaba hangi söze inanırlar.'' (Câsiye:5)
''Hazreti Peygamberin ümmi olarak yaşadığı tevatür yoluyla, inanan ve inanmayan bütün insan-ların tasdik ve itiraflarıyla sabit bir hakikat olduğuna göre, Kur'an'ın ibarelerinin, kendi nefsimizde tecrübe ettiğimiz veçhile, uzun bir tahsil devresi ve mümarese neticesi olmaksızın, Peygamberin kalbinde vahiysiz husul bulmasına nasıl imkân verilebilir? O ümmî nebi ki, ilim ve hikmetle, kıraat ve kitâbetle meşgul olmak kendisine nasip olmuş değildir."
"Hulâsa: Kur'an'ın ibareleri, bugünkü üslup haliyle ve manasıyla irade ve ihtiyarının taalluku olmaksızın sırf vahy ve ilhâm yolıyla Peygamberin kalbine nakş olunmuştur. O da lisanıyla bunları beyan etmiş ve işte o zaman nefsî ibareler, lâfzî ibareler haline gelmiştir. İşte geçen bu beyanata göre Kur'an'ın âyetleri, lisan, Kur'an'ın hâiz olduğu vasıflara uygun olarak Allah tarafından indirilmiş, Resûl-i Kerimin kavli, zikr-i muhdes olduğu sâbit ve sahih olur."(6)
Vahiy meselesi orta çağlarda Garp edebiyatını meşgul etmiş,
Dante "İlâhî Komedya" sında insan, akıl ve vahiy meselelerini remzî bir şekilde ifade etmek istemiş, eserde Dante insanın, Virjil aklın, Beatriçe de vahyin mümessili olarak gösterilmiştir. Karanlık ormanda yolunu şaşıran Dante'nin önüne Virjil çıkarak onu Nûr Tepesine götürür, fakat oradan öte Beatriçe'in rehberliğiyle gider. Akıl kâfi gelmeyip vahyin delâletine muhtaç olur, ancak o kendisi de sapıtmış, son peygamberi, İslam düşmanlığı yüzünden yanlış yerde göstermiştir.
Filozof Locke (1632-1704) der ki;
"İman, akıldan istintaç ve istikra' ile çıkarılan bir hüküm üzerine değil; dini, Hak tarafından gelmiş ve harikulâde bir tarzda tebliğ edilmiş gibi ilân eden zata olan itimad üzerine kurulmuştur. Bununla beraber bir vahiy ve ilham karşısında kalınınca bu hususta kararı verecek olan ancak akıldır, îyman hiç bir vakitte aklın yanaşmadığı bir şeye bizi inanmaya cebredemez. Çünkü vahiy ve ilhamın Allah tarafından geldiğine dair olan bilgimiz, tasavvurlarımızın yekdiğerine uyması veya uymaması üzerine müesses bilgimiz kadar yakîn ve emin değildir. Vahiy ve ilham zaruridir. Filhakika tabiat, Allahın varlığı için kâfi bir şahit ise de insanlar daima akıllarını muvafık bir tarzda kullanamazlar."
Kendisine vahiy nâzil olana Nebî veya Resul deriz. Nebi: Nebe'den haberci demektir. Resul ise gönderilen elçi manasınadır. Biz her ikisine Peygamber diyoruz. Nebi ile Resul arasında fark vardır: Resul kitap verilip tebliğ ile emrolunan kimsedir. Nebi ise müstakil kitap verilmeyen Peygamberdir. Her Resul Nebi'dir, her Nebi Resul değildir. Hazreti Muhammed'den sonra ne kitaplı, ne kitapsız Peygamber gelmiyecektir. Çıkanlar deccaldır, şarlatandır, yalancı peygamberdir.
Carliyl, Hazreti Muhammed ve vahiy hakkında şu satırları yazar: "Muhammed (s.a.s.) sâkin ve çok büyük bir ruhdu. O, ancak samimi insanlardan biriydi. Tabiat Onu samimi olmak için yaratmıştı... Varlığın büyük sırrı dehşetleriyle ve ihtişamlariyle bu zatın içinde


Kur'an-ı Kerim'de vahiy hakkında bir çok âyet vardır. Evvelâ vahyin sureti vukuu hakkındaki âyeti görelim, kulun, Allah kelamını ne suretle telâkki ettiğini dinleyelim:

"Vahiy ile veya perde arkasından, yahut elçi gönderip ona kendi izniyle dilediği şeyi vahyetmesinden başka bir suretle Allahın konuşması hiç bir insana müyesser olmaz. Yüce olan Hakim odur." (Şûra: 51)

Bütün Peygamberlere Cenab-ı Hak vahiy eylemiştir. Bu yalnız Hazreti Muhammed'e mahsus, görülmedik ve işitilmedik bir şey değildir.
"Biz sana vahyettik, nasıl ki Nuh ile ondan sonraki Peygamberlere de vahyetmiştik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, Yakub'un oğullarına, İsa'ya, Eyüb'e, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik. "(Nisâ: 163)
"Aziz ve Hakim olan Allah sana ve senden evvel gelenlere böylece vahyeder." (Şûrâ: 2)

Bütün Peygamberler tekzible karşılanmışlardır. Onun için Hazreti Muhammed'in de aynı âkıbete uğraması tabiî görülmelidir:
"Onlara, her bir Peygamber geldikçe onunla mutlaka istihza ederler."
(Yâsin: 30)
"Onlar, seni yalanlıyorlarsa senden önce nice Peygamberler, en açık bürhanlarla, ilâhi kitaplarla ve nurlu kitapla geldikleri halde onlar da yalanlanmışlardı."(Âl-i İmran: 184)
"Bu sana söylenenler, senden önce gelen Peygamberlere söylenmiş şeylerdir." (Fussilet: 43)

Kur'an, Hazreti Muhammed'e karşı inkarcıların savurdukları hezeyanları şöyle anlatır:
"Onlar dediler ki: Muhammed'e bir Melek indirilseydi. Eğer Melek indirseydik iş olur biter, onlara mühlet bile verilmezdi. Eğer Peygamberi Meleklerden gönderseydik, onu da beşer suretinde yapardık, yine düştükleri şüpheden kurtulamazlardı. " (Enâm: 8-9)
doğmuştu. Bu adamın sözleri doğrudan doğruya varlığın sesidir. İnsanlar bu sesi dinlerler ve dinlemelidirler de. Başka seslere kulak asmamalıdırlar. Çünkü başka her şey hiçtir. Bu zâtın dimağı binlerce fikrin mahşeri halindeydi. O hep kendine: Neyim? Şu içinde yaşadığım ve kâinat adı verilen ölçüsüz şey nedir? Neye inanmalı ve ne yapmalı? diye soruyordu. Hirâ Dağı'nın, Sînâ Dağı'nın yalçın kayaları, kumlu inziva köşelerinin hiçbiri bu sorulara cevap vermiyordu. İnsanın tepesinde kubbeleşen yıldızlı gökler, bu sorular karşısında susuyorlardı. Fakat bu zatın ruhu ve ruhtaki ilâhî vahyi bunlara cevap veriyordu." (Mahmut Esad, Mister Carliyl ve Şeriat-ı İslamiyye)
_______

5) M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. VII, s. 5167-68, Diyanet neşri.
6) Abdülaziz Çavuş, Esrar-ı Kur'an mukaddime, s. 9-17, İstanbul


Eserin yazarı: Osman Keskinoğlu Eser: Kuranı Kerim Bilgileri

  • Yeni Ekle
Yorumlar (1)