Kitaplar | Yazarlar | İlmihal | Sohbetler | Hutbeler

Abdülhamid ve İdaresi


Abdülhamid ve İdaresi

Sabık Padişahın, saltanatı süresinde tenkit konusu olan, hafiyelik, casusluk, kanunsuz baskı gibi hususlar üzerinde fikrini söylemek istemediği ve ancak siyasetinin ana çizgilerini savunmaya kararlı olduğu anlaşılıyordu. O, halkın seviye ve irfan bakımından temsil ettiği idareye ulaşacağına işaret etmek suretiyle, her şeyi halletmek istiyordu. Fakat halka Hürriyet için liyakat kesbedeceği seviyeyi vermek de, memleketin kaderini tek başına idare etmiş olan kendisine ait temel görev değil miydi?
Bu sualimi mümkün olduğu kadar yumuşatarak kendisine sorunca, sabık Hükümdar, yine tereddütsüz cevap verdi:
— «Ben vazifemi yaptım, dedi. Osmanı Ülkesinde hiçbir ceddimin devrinde, benim padişahlığım müddetinde olduğu kadar mektep açılmamıştır. Benim saltanatım zamanında ve benden sonra yapılmış olanlar meydandadır. Siz, Hürriyeti kimlerin ilân ettiğine dikkat ettiniz mi? Bunların hepsi, benim saltanat günlerimde kurulmuş yüksek mekteplerde bilgi sahibi olmuş gençlerdir. Ben, Devletin çökmesi ihtimaliyle yüzyüze olduğum anlarda, hürriyeti kullanacak seviyeye gelmemiş bir karmakarışık yığını idareye ortak etseydim, netice maazzallah ne olurdu? Benim için en büyük suçlama, memlekete hizmet edebilecek kişileri iş başından uzaklaştırmış olmamdır. Fakat ne kadar gariptir ki, yeni idare de benim zamanımda Sadrazamlığa layık gördüğüm aynı kişilerin eline memleketin mukadderatını verdiler. Eğer bugünkü hükümette benim yetiştirdiğim devlet adamları yoksa, ya mevcutlarının kalmadığından, yahut da,

artık onların böyle bir sorumluluğa yanaşmayacak kadar ileriyi emniyet içinde görmediklerindendir.

Kâmil Paşalar, Sait Paşalar, Hüseyin Hilmi Paşalar, fevfik Paşalar, Ferit Paşalar, bunların hepsi, benim saltâ-lat zamanım içinde vazife yapmış devlet ileri gelenleridir. Ben ilk zamanlarda, devletin idaresini aynı kişilere verdiklerine şahit olunca, doğrusu çok hayret içinde kaldım. Demek ki onlarla benim aramda hiçbir fark yoktu. Eğer bu aynı zevat, benim zamanımda başka türlü hizmet yapmışlarsa, bu hal, benden fazla onları ilgilendirir. Bu günlerde sık sık sözü edilen vatan aşkı ise, bir insana, memleketine en fazla nasıl faydalı olacaksa, her hal ve şart içinde o şekilde hizmet görmeyi ister ve emreder. Sizde böyle değil midir? Her medenî millette böyle değil midir? Ben, çeyrek asrı aşan saltanatım günlerinde, halef ve seleflerime bakarak, en az kan dökülmesine yol açmışımdır. Bazı olaylar da, benim elimde olmadan hattâ istemediğim halde oluşmuştur. Bu cümlemi ciddiye almazsanız haksızlık edersiniz. Bünyesi, tamamen merkeziyet üzerine kurulmuş bir devleti, bu tarzın Dünya içinde yaşamasını kaybettiği günlerde muhafaza edebilmek, dışardan görüldüğü kadar basit değildir.»

Sabık Hünkârın istikbal üzerine konuşmak istemediğini anlamıştım. Sözleri açıklıkla gösteriyordu ki yapmış olduklarından hiçbir pişmanlık ve nedamet duymuyordu. Ve farzımual Memleketin mukadderatı üzerinde yeniden söz sahibi olabilmek fırsatını ele geçirmiş olsa, otuzüç yıl süre ile uyguladığı politikaya devam edecekti. Abdülhamid'de, yapılmaması kendisi için kader kaynağı olabilmiş nedametin izlerine asla rastlamadım.

Sabık Hakan oldukça geniş bir hürriyet içindeydi, istediğini okuyabiliyor, hattâ hususi müsaadelerle istedikleriy-le görüşebiliyordu.Oturduğumuz mükellef döşenmiş oda-



da kitap, gazete mecmua koleksiyonları vardı. Benim onlara baktığımı görünce, dedi ki :— «Bunlar özel hayatımı düşünüp kendi kendime daldığım sıralarda en vefalı dostlardır. Onlarla vakit geçirmek elbette ki saadettir.»
Milletler ve Gelecekleri
Milletler ve Gelecekleri

Şayanı hayret bir hafızası vardı. Olayları birbirine büyük bir açıklıkla bağlıyor ve itimada şayan hükümler çıkarıyordu. Bana içinde bulunduğumuz Dünya savaşının en az yirmibeş yıl önce hazırlandığını söyledi :

— «Dünya dengesini bozan olaylar, bu dengeyi kuran olaylar gibi, bir anda doğmazlar. Muvaffakiyet, gelecek
teki olayların gelişmelerini isabetle tahmin edebilmektir. Politikaya hâkim olan insanlar, gerek doğuştan getirdikleri
güçleri ve gerekse yaşayarak elde ettikleri özelliklerini ister istemez günlük olaylara da aksettirirler. Bu, kaçınılmaz
bir. haldir. Bu sebeple, bir ülkede politikanın değiştiğini iddia edebilmek için, özellikle başta bulunanın veya bulunan
ların değişmesi yetmez idarede söz ve fiil sahibi olanların da maziden kopmuş olmaları gerekir. Bu günkü Dünya Savaşından sonra Milletlerin mukadderatını aynı zihniyete sahip kimseler tayin edecekse, savaşların aralıklarla birbirini
takip etmesini beklemek icabeder.»Sabık Hakana, bazı meselelerde kendisinden fikir alınıp alınmadığını sormak istediğim halde, buna cesaret edemedim. Böyle bir sualin karşılığı müsbet bile olsa söyleyemeyeceğini, daha doğrusu soruma cevap vermeyeceğini anlamıştım. Bütün Türklerde olduğu gibi Abdülhamid'de de, insanı tesir altında bırakan derin ve köklü haysiyet duygusu vardı. Savaşın seb'ebini şöyle izah etti :— «Bazı memleketlerin diğerlerine göre, tabii kaynaklarını kullanarak vardıkları medeniyet seviyesi bu seviyeye varmamış olan ülkelere karşı tamah hissi doğurur. Ortada, nâzım bir kuvvette olmadığından şöyle bir bahane bularak zayıf telâkki ettiğinin üzerine atılıyor.»

Abdülhamid, şu son cümlesiyle, ne bahasına olursa olsun, saltanatlı günlerinde, - Rus ve Yunan savaşı hariç - savaştan neden kaçındığını anlatmak istiyordu. Vakit epey ilerlemişti. Kendisinden müsaade istediğim zaman, artık sabık Hakanın bakışlarında şüphe yoktu. Milletinin hakkındaki kararıyle, bu hali arasında muazzam fark vardı. Karşımdaki Hükümdar, ya hislerine ve fikirlerine çok hâkim bir insandı, yahut da iktidardan düşdükten sonra doğru yolu aramıştı.

Elini uzatmadığı için mukabil hiçbir harekette bulunmadım, önünde eğildim. Başıyla mukabelede bulundu, Ayağa kalktığı zaman, sol omuzunun daha eğik ve hafif kambur olduğu görülüyordu. Fakat ilk görünüşte, hükmetmeye alışmış ve bu halini mezara kadar muhafazaya ahdetmiş bir insanın, kimseyle mukayese edilmez tesirini bırakıyordu.
Koridorda, bana merakla bakan bir haremağası gördüm. Alt katta benimle beraber gelmiş olan Hariciye memuru muhafız kumandanının yanında oturuyordu. Yine beraberce çıktık. Yol arkadaşım düzgün ve açık bir Fransızcayla mülakatın çok uzun sürdüğünü söylediği zaman hayret ettim. Çünki yolda gelirken hiçbir şey konuşmamış, hep önüne bakmıştı.

O akşam otelde notlarımı gözden geçirirken bunları Türkiye halkının okuyamayacağını biliyordum.
Hünkâr bana çeyrek aşırı geçmiş olan hükümranlık devrinin müdafaası mahiyetinde hiçbir şey söylememişti. Ertesi akşam yemeğini beraberce yediğimiz Cavit Bey, merak ve tecessüsle intibaımı sorduğu zaman, bu kanaatimi Türk Nazırına açıkça söyledim. Biraz düşündü :Vicdan azabı çekiyor...

Dedi ve fikrini izah etti:Görüştüğünüz kimse, memlekete meşrutî idareyi ge-tirmek vaadiyle Padişah olmuştur. Elde, bugünkünün aynı olan Kanuni Esasî vardı. Size otuzdokuz sene önce toplanmış olan birinci Mebusan Meclisi'mizin çalışmalarını izah etmek imkânsızlığı içinde, fikirlerimi belki hissî bulursunuz. Fakat ben diyebilirim ki bizdeki bu Meclis, meselâ Fransa'daki Kon-vansionla mukayese edilemeyecek kadar tatminkârdı. Fakat Abdülhamid, bu meclisten saltanatının daha ilk günlerinde kurtulmak istiyordu. Bu gaye ile, önündeki bütün engelleri kaldırmakla işe başladı. Bu sebeple memleket vazife ve hizmetlerini unuttu.

Rusya ile olan savaşı, münhasıran vehmi ve her işe müdahalesi sebebiyle bu kadar fecî şekilde kaybettik. Kendisinden önce Kırım muharebesinde müttefikimiz olan İngiltere, Fransa ve italya, bu muharebede de bize pekâlâ yardım edebilirlerdi. Fakat onun takip ettiği siyasetin neticesi olarak, bu savaşın gayrı kabili içtinap olması halinde ister istemez merkezî devletler manzumesiyle birlikte harbe girmek zorunda kaldık. Nitekim bu günkü vaziyetimiz de, onun otuzüç yıl takibettiği siyasetinin neticesidir.

ı Tahtından indirilmiş padişahın bana anlattıklarının, kendi yakınları tarafından nasıl telâkki edileceğini cidden merak ediyordum. Bu yakınlar, Hünkârın tahttan indirilmesini takipeden günler içinde kısmen tasfiye edilmişlerdi. Türkiye'de tamamen Abdülhamid'e bağlanan reaksiyoner bir hareket olmuş ve askerî kuvvetle bastırılan gericilik hareketini müteakip, eski devre mensup olanlar ağır şekilde cezalandırılmıştı. Fakat ben, daha çok şehirden uzak, büyük ahşap konaklara yerleşmiş olan bu eski devlet adamlarından bazılarını bulabildim, içlerinde bilhassa Fransız kültürüyle yoğurulmuş bulunan bu yaşlılar geçmiş günler-



lendiren belli - başlı hâdise, Jön - Türklerin savaşa katılmalarıydı ve savaşın İtilâf devletleri lehine gösterdiği gelişmeydi.
Öğrendim ki, kulağıma fısıldanan hâdise doğrudur: Ab-dülhamid'in bazı mühim hadiselerde fikri alınmıştır. Hattâ, kendisinin çok yakınlarından «bir sabık sadrazam» bu işle vazifeli olarak eski mevki ve itibarına da kavuşmuştur.

Birkaç gün sonra, soğuk fakat güneşli bir havada, Beylerbeyi Sarayı'nın önünden sandalla geçtim. Gözlerim gayri ihtiyari, Sultan Abdülhamid'in nafiz bakışlarını aradı. O, adamakıllı yaşlanmıştı. Hakkında hâlâ ağır suçlamalar vardı. Nimetini görenler meydanda yoktu. Kimbilir nice günleri, içinde otuzüç yıllık hükümdarlığını geçirdiği Yıldız Sa-rayı'nı saklayan sisli yamaçlara bakarak geçiriyor ve belki ömrünün muhasebesini de yapıyordu. Düşüncemin bu devresinde bir sual zihnimi tırmaladı: Hatıratını yazıp yazmadığını neden sormamıştım?.


Eserin yazarı: İsmet Bozdağ Eser: II. Abdülhamid Han'in Hatıra Defteri

  • Yeni Ekle
Yorumlar (1)